30 Eylül 2014 Salı

Terliksi Hayvanlar

"Yükün az olacak bu hayatta"
Ben bu mottoyu baş ucumda tutarım her zaman.

Çok eşyanın olduğu, kalabalık ve toz tutmuş hayatlar ruhumu nefessiz bırakmıştır hep. Bu yüzden benim evimde hep basit ve fonksiyonel bir düzen vardır.

Nakliye firması gelmeden önce evi gelip görmek istedi sabah. Ben de naif bir düşünceyle "Tabii ki" dedim kendilerine. Ama unutmuşum burası İstanbul ve kurtlar taze et peşinde.
1 saat sonra diz altında bermuda şortlu, sandalet vari ayakkabılı, adem elmalarını örtmüş sakallarıyla 2 adam geldi eve. Kısa bir göz attıktan sonra, bana anlaştığımız rakam olan 2000 TL değil, 2500 TL'ye eve taşıyabileceklerini söylediler.

Bayılırım dini bütün adamların beni dolandırmaya çalışmasına...

"Bakın beyfendi, size söylediğim eşyadan fazla bir şey var mı burada?
"Hayır, ondan değil de sizin eşyayla birlikte Bodruma gidecek başka eşya bulursak 2000TL olur. Yoksa 2500"
"Bana ilk başta verdiğin rakam bu. Son dakika nasıl fiyat artıyor anlamadım???"

Bu adamlar, belli ki son dakika çaresizliğini yem olarak kullanmaktan haz alan, namazlarını aksatmayan, seni kazıklamaya çalışırken, hakkını da helal etmeni bekleyen, bölünerek çoğalan terliksi hayvan familyasından.
Ama bende de bir inat var ki gemileri yakarım da bu adamlara iş yaptırmam...

Adamları yolladıktan sonra, arkadaşımı arayıp, durumu anlatıyorum. O da sağolsun bana hemen başka bir şirket bulup, 2000TL rakamı görmeden onaylatıyor.

Şimdi evi sarıp, sarmalamaya geldi sıra. En yakın arkadaşım olan Arzu yetişiyor imdat alarmıma.

Arzu; benim dergicilik zamanlarında, aynı ofiste çalıştığım, sonra kaynaşarak, en yakın arkadaşlarımıdan birine dönüşen zat. Kendisi tanıdığım en analitik kafaya ve ortalaması yüksek zekaya sahip kadınlardan biri. Bilgisayar mühendisliğinden mezun olup, dijital dünyayı donunda sallayan Arzu, yardıma ihtiyacın olduğunda da camını kıracağın ilk yardımın ta kendisidir...


Paket kağıdını yırt- sar- kolile...
Hayatım, üçleme hareketlerin istlasına uğradı, İmdat!

Arzu'yla bütün evi kolilerdikten sonra, Nakliye şirketi saat 19.00 gibi gelip, eşyaları yükleyip saat 10.30 gibi yola çıktı. 


Dolunayın eksik olmasın Hacı Emin Efendi (sokağımın adı)!
Biz şimdilik seni ıssız bırakıp, arkadaşımla bir şişe şarap içip, son günümü geçireceğim Bebek'e gidiyoruz...

29 Eylül 2014 Pazartesi

'U' Dönüşü Yapılamaz!

"Evi öyle bir yapacaksın ki, sen ona değil, o sana hizmet edecek" demişti sanat yönetmeni bir arkadaşım. Benimki henüz hizmete hazır olmasa da, içinde yaşamama izin verecek kıvama geldi.

İlk iş İstanbul'a gidip, eşyalarımı toplayıp, anlaştığım nakliye firmasına teslim etmem ve 1gün sonra da geri dönüp, karşılamam gerekiyor.

Ne demiş Rumi:
"Yorulacaksan, zorlanacaksan, şikayetçi olacaksan, keşkelere sığınacaksan, söze “ama” diye başlayacaksan, girme aşk yoluna; aşk yolunda “u” dönüşü yoktur"

Ben de 'Ama'larımı daha önemsiz bir konuya saklamaya karar verip, 'aşk' yolunda tam gaza basıyorum. Yine bir Atlasjet bileti ve yine sabah erken uçağı...

Saat 9.00 uçağı ile Bodrum'dan İstanbul Atatürk havalimanına uçacağım. Ama uçmadan önce yürümeyi öğrenmek gerekiyormuş burada. Ortakent'teki evden havaalanına gitmek için uçak saatinden 2 saat 35 dakika önce Bitez kavşağına varman, otogardan da 1 saat yol giderek havaalanına ulaşman gerekiyor. Hadi bu kısmını bir şekil hallederim de Ortakent'ten Bitez'e nasıl ulaşacağım?
Eğer araban yoksa ve dolmuşa sırtını dayamayı düşünüyorsan, o sırt yerden kalkmaz ben diyim.

Taksi desen?
Burası kesinlikle bir Taksi cenneti değil. En yakın taksi durağı genellikle evine 10-15 dakika mesafede olup, fazla talep görmedikleri için olacak ki durak telefonunu açma alışkanlıkları da pek gelişmemiş. Yani eğer benim gibi son dakikacı bir yapınız yoksa, hafif bir titreme, dikkat dağınıklığı, kalp ritminde düzensizlikler ve ağız kuruluğu gibi yan etkilere açık olun.

Yola çıkıp bakıcaz artık...

Saat 5.30'da Yahşi-Ortakent sokaklarında sırt çantamla yürümeye başladım. Saat kontrolü dakika başı düzenli. Yaklaşık 5 dakika yürüdükten sonra, arkamda bir araba sesi duyuyorum.

"Allahım boş bir taksi mi o yoksa çöldeki su mu?

Vallahi Billahi bütün evren benim buraya taşınmamı destekliyor... Taksiye atlayıp, Bitez kavşağını es geçip, otogara sürüyoruz.

----

Sorunsuz bir uçuştan sonra, İstanbul beni yine ağlak bir surat ve mızmız tavrıyla karşılıyor.
Özlemiş miyim?
"Hem de hiç"

Saat 12.30 gibi Nişantaşı'daki daireme ulaştım. Hani evin burnunda tüter ya onca zamandan sonra, bende tık yok. Sevgiyi ve zamanı tüketmiş eski sevgililer gibiyiz; o bana ben ona yabancı. Sanki biz yaşamadık onca şeyi ve sanki hiç dokunmadık birbirimize...

Nişantaşı ev -salon





Oscar Wilde'ın tecrübelerine kafamı yaslayıp, mutlu etmek istiyorum İstanbul'u son kez...

"Kimi gittiği yeri mutlu eder, kimi terk ettiği yeri" (Oscar Wilde)

28 Eylül 2014 Pazar

Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

Bu sabah saat 8.30'da Tahir'in mesajıyla uyandık:
"Hadi bakalım uyanın, merdiven yapma zamanı!"

Çok çeşitli uyandırılmışlığım var bugüne kadar ama merdiven için ilk defa uyanıyorum itiraf edeyim.
İnsanın hayatı nasıl da değişiyor. Konular, önem verdiklerin, zevklerin, görevlerin, yediklerin hatta bakışlarındaki yoğunluk bile yerine göre şekilleniyor.

Biz 80'li yılları çocuk olarak geçirmişler bilirler, "Değiş TonTon" diye bir çizgi film vardı, Uykudan Önce kuşağında yayınlanan. O dönem başımızı döndüren bu şekilsiz aile "Hop hop hop değiş tonton" diyerek her seferinde başka bir forma girip dururlardı. Bizde o zaman mesaj kaygılı bir kafa yok tabii, renklerinden ve masa olabilme kabiliyetlerinden etkilendiğimiz bu aileyi mal gibi izler, uyurduk.

Benimki de 'hop hop hop' misali işte; Manikürü bozuldu diye üzülen bir kadından, merdiven yapmak için can atan bir kadına dönüşüverdim.

Saygılar sevgili Tonton ailesi...

Saat 9.00 gibi Tahir'in evine ulaştık. Kısa bir sohbet ve merdiven çiziminin üzerinden geçtikten sonra (sanki anlarmışız gibi), malzemeleri almak için yola koyulduk.

Bodrum'un büyük yapı marketlerinden biri olan Koyuncuoğlu'nun parkına çektik arabayı. Buranın özelliği bir çok ahşap ve türevi malzemeyi plaka halinde satıp, çizimle verdiğiniz ölçülere göre de lazer kesim yapmaları. Biz en ucuz olan malzemenin peşindeyiz. Gözümüze yılan gibi bir MDF'yi kestirip, gerçek bir kesme eylemi için Lazer makinasına yolluyoruz. Yaklaşık 1 saat sonra Memoyla benim anlamadığım birçok garip parçayla eve doğru yola çıkıyoruz.

Tahir, bizim suratımızdaki boşluğu yakalayınca, bizi biraz bilgilendirme ihtiyacı duyuyor:
"Merdivenlerin herbir elemanı bulundukları veya planlandıkları yer ve kat yüksekliklerine göre hesaplanır, boyutlandırılır. Biz de genişliği 30cm olan 3cm'lik parçaları kullanarak yapacağız merdivenimizi"

"Hımmm"ı öyle bir tonlayacaksın ki bazen, karşındaki anlattıklarını havada kaptığını sanacak...
"Hımmmm..."

Yükümüzü evin girişine indirip, Tahirle ben MDFleri boylarına göre istiflerken, Memo'ya eski merdiveni kırma görevi düşüyor.

Özel tutkalmız, dekupaj aletimiz, vidalarımız, matkap ve uzatma kablomuz... Her şey hazır.

Önce basamakları yapıştır, sonra vidala derken bizimki kendini hafiften ortaya koymaya başladı.


İtiraf edeyim ki bu iş, üretim zincirinin en üstündeki halka. Bir daha yap desen, " tırmanmaya karşıyım der, uzarım"...






Tahir ve çekirgeleri olarak bütün günümüzü tut-yapıştır-vidala ile geçiriyoruz.
Ben arada süpürme işine, erkek kısmı da kanırtma-oturtma işine giriyor.

Aynı işlemler ertesi gün öğlene kadar devam ettikten sonra, finali beyaz bir boya ve perde ile yapıyorum...

Sonuç mu? 



"Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin" 
“Buna da ne tual yeterdi; ne boya Nazım...”
(Nazım Hikmet - Abidin Dino)







27 Eylül 2014 Cumartesi

Mahmut Hoca'nın Öğrencileriyiz

İstekli olmak,
ya da olmamak!
İşte bütün mesele buymuş...

Büyük şehirlerin bir huyu vardır: Sen ne zaman insanca bir şey istesen, elinin tersini göstererek "Kaybol der"...  Sen de 'Peki Sahip' der, antidepresan hapını (Lustral)  kıtlama yapar, hayatını onun şekillendirdiği gibi yaşamaya devam edersin.

Bodrum ise sanki beni paragöz ve sevgisiz İstanbul'dan korumaya çalışıp, tekrardan istemeyi öğrenmem için beni yüreklendiren, yufka yürekli Mahmut Hoca (hababam sınıfı) gibi.

Valla bende bi düzelme var Mahmut Hocam...

Gönlümden ne geçirsem, neyi istesem en güzel şekliyle gerçekleşiyor.

Tahir Toker'le de tanışmam böyle oldu sanırım.

Evi kendi yeteneklerimizin yettiğince yapmaya çalışırken 'Merdiven' karşımıza en büyük problem olarak dikiliveriyor. Üst kata çıkan bu merdiven yine evin ilk yıllarından kalma. Genişliği sadece 1m ve kırılmaya oldukça meyilli olduğu için üst kata eşya çıkartmamız, hatta kendimizin bile çıkması mümkün görünmüyor. Annemin getirdiği marangoz 6000TL fiyat veriyor.
Kendisine böyle bir yatırım yapmam mümkün olmadığından, bir basamak bile çıkamıyoruz mevcut problemin içinde.



Burak, ertesi gün beni Bitez'de yaşayan, İstanbul'dan 8 sene önce Bodrum'a göçmüş arkadaşlarıyla tanıştırmak üzere onların evine davet ediyor. Hava 50 derece olduğu için akşamüstü çalışmak üzere sabahtan onların davetine katılıyorum.

Çocuklarının burada doğmasını isteyen bu çift, tası tarağı toplayıp, işlerini organize edip Bodrum'a gelmişler. Bir çok farklı evde oturduktan sonra, en son durakları Bitez'de mandalina ağaçları içinde inşaa ettikleri, süper zevkli bir taş ev olmuş. Tahir de bu evin inşaatında onlara yardım eden kişi.

Tahir Toker, Bodrum'un geleneksel yapı kültürünü korumayı kafaya takmış ve bu bakış açısı ile 1987'den beri dünyadaki örnekleri dahil, bütün binaları inceleyip, eski taş bina restorasyonu ve inşaatı yapıyor. Bodrum'da 70'den fazla restorasyon yapan ve neredeyse bütün taş evleri bilen,  konunun en bilir kişisi (http://www.tahirtoker.com)

Sohbet basamaklarını tırmanırken, evdeki merdivene nasıl tırmanamadığımızdan bahsediyorum. O da bi görelim belki sana yardım edebilirim diyor.

Tahir merdiveni görüp, yenisini çizdikten sonra önümüze bir bütçe koyuyor: 350 TL...

"İnançlarımız, düşüncelerimiz ve duygularımız dış dünyada nelerin olup-biteceğini birebir belirleyen enerjilerdir" diye önerir Kuantum. Enerjiyi tam gediğine oturttum galiba bu sefer.


Tahir , bir sonraki gün bizimle buluşmak üzere ayrılınca, biz Memoyla rutinimize geri gönüyoruz.
Ev biraz da olsa kendini göstermeye başladı. Tabii süslerin de yardımıyla...







Teşekkürler Mahmut Hoca,
Teşekkürler sevgili evren
Teşekkürler Tahir Toker
ve
Teşkkürler Tanrım...

25 Eylül 2014 Perşembe

Mausolos'a kaç sikke versek az!

"Bazı yenilgilerin nedeni, insanların işi yarıda bıraktıklarında, başarıya ne kadar yakın olduklarını bilememeleridir." demiş Thomas Edison

Hayır Thomas, biz yarıda bırakmıyoruz, sadece biraz ara veriyoruz...

Dün, saat 15.00 gibi, bir çocukluk arkadaşım aradı ve Bodrum'da olduğunu, müsaitsem eve uğrayacağını söyledi. 1 saat sonra da Bodrum-Dereköy dolmuşundan indi evin önünde.

Bu evde misafiri karşılama ve izzet ikram konusunda bir takım değişiklikler yaptık: Geleni en pasaklı halimizle karşılıyor ve mümkünse içecek şeyleri kendi getirmesini istiyoruz. Hatta bir tık daha ileri gidip, 5 dakika soluklanmasına izin verdikten sonra, ona en çok yakışacağını düşündüğümüz aleti eline veriyor ve bize katılmasını talep ediyoruz.

Bir nev-i inşaat mafyasına dönmüş durumdayız: Böbreklerinize dokunmuyoruz ama enerjinizin tümüne talibiz...

Burak, getirdiği meyve sularını bize ikram ettikten sonra, ona fırça ve boyayı yakıştırıp, mutfak pencereleriyle kendisini yalnız bırakıyoruz.


Burak, benim üniversite yıllarından beri arkadaşlığımı devam ettirdiğim, yurt dışında grafik tasarım eğitimi almış, yaptığı uzun-kısa metraj film prodüksiyonlarıyla yurtdışı festivallerinde ödül bile kapmış, beraber güzel işler yaptığım ve Kasım ayında ailesiyle Bodrum'a taşınma kararını büyük bir mutlulukla karşıladığım bir can dost...

Ben daha kıdemli bir işçi olduğumdan, kendime daha büyük fırça alıp, Memo'nun onardığı ve sistre yaptığı salon parkelerini cilalama işine girişiyorum.


Bu işlem için bir adet geniş leğene, sert bir fırçaya ve istediğiniz rengi elde edebilmenizi sağlayacak iki farklı ahşap cilasına (ceviz-maun) ihtiyacınız var. Tabii bir de sevgi katmalısınız harcınıza!!!

Bu 'sevgi katma' konusu biraz şaibeli benim kafamda gerçi: Param olsa bi adam tutsam da ona yaptırsam bu işi Sevgisiz mi olacak o yer cilası?

Seviyor musun?
Seviyorum
Bir daha söyle
Seviyorrruuuummmm ulen
Ben de seni

Neyse ben cilayı, cila da beni seviyor. Sıkıntı yok Seda abla... (Seda Sayan)

Memo, fırçalama işine ve türküsüne ara verip, evin giriş kapısını yağlı boya ile boyama işine giriyor.

Kapı evin ilk yapıldığı yıllardan kalma, demir ve işlemeli. Orjinal rengi yeşil ama ben onu kırmızı görmek istiyorum (kırmızı panjura modern bir gönderme)

Yunan mimarisinde, kapı ve pencere dışlarında sıkça kullanılan bu skarlet kırmızıyı, önce akrilik boya ile denedikten sonra, istediğim yanar döner efekti vermeyince, aynı rengi yağlı boya ile boyamaya karar veriyoruz.

 

 Not: Yağlı boyayı biraz tiner ile seyrelterek kullanırsanız, fırçaya ve boyaya hakimiyetiniz daha fazla olur.

Tamam saat 17.00!

Artık kimsenin sabrını zorlamadan Gümüşlüğe gidip, insan içine karışma zamanı...

Gümüşlük; Bodrum yarımadasının batısında, Ege ve Akdeniz'in kesişme noktasında, kendi tarzını yaratmayı başarmış, kokoş mu kokoş, caz müzikle havalandırılmış, kabaktan yapılmış aydınlatmaların renkleriyle makyajlanmış, boynu balık kokan, yakamozların hayran olduğu bir hanımefendi. Ayrıca içindeki hipiyi ortaya çıkartan her güneş batışına duacı, doyumsuz bir hedonist...






Sürekli gittiğimiz ve arkadaşımız Arif'in yeri olan Hera Otel'in önünde kurulan denize sıfır masalardan birini ayırtıyoruz. Yemek için giyinip, süslendiğimizi sanmayın sakın. Sadece boya lekelerimizden  kurtulup, bahçe hortumuyla kısa bir duş aldıktan sonra, üzerimize birer tişört geçirip, masamıza kuruluyoruz.

Arif, mezeleri ve rakımızı koyup, levreğimizi hazırlamak için yalnız bırakıyor bizi.

Ne güzel bir gece ...
Ayaklarımıza vuran küçük deniz dalgaları eşliğinde, muhabbetin en güzel yerine ekmeklerimizi bandırıyor, Myndos'un (Gümüşlüğü) ilk kurucusu olan Vali Maussollos'a güzel enerjilerimizi yollayıp, kadehlerimizi tokuşturuyoruz... "Güzel Günlere" diyerek.




24 Eylül 2014 Çarşamba

Ceylanların Pınarı

Günler, dandik bir rimelle birbirine yapışmış kirpiklere döndü bizim için: hepsi aynı ve yığın halinde.

Bu günün tarihi ne? hangi gün?
Hiç bir fikrimiz yok. Tek bildiğimiz yeni bir çalışma günü daha olduğu.

Sabah evden çıkarken, Dolunay sakinlerinin tezahüratlarıyla uğurlanıyoruz. Herkes bizimle ve yaptıklarımızla gurur duyuyor. Sırtımızı dikleştiren eller ve alkışlarla, gazımızı alarak yola koyuluyoruz yine.

Ne gece hayatı, ne özel hayat ne de başka bir hayatımız kaldı. Memoyla arabada İnstagramda denize giren, akşam yemeğine gitmiş ya da eğlenen arkadaşlarımızın resimlerine bakarak, dönülmez bir akşamın ufkunda olmayı hayal ediyoruz.

Memo en kararlı haliyle, çatamadığı kaşlarıyla bana bakıp, "Bu gece ben Gümüşlüğe gidicem, akşam 17.00den sonra çalışmam haberin olsun. Gidip, insan olmayı hedefliyorum"

İşte bunlar hep Muhsin yüzünden. Girdi tertemiz çocuğun kanına, ne güzel çalışıp, duruyorduk oysa...

Bu gibi atarlı durumlarda erkek kısımın üzerine gitmeyeceksin. "Tabi canım, bitanem" deyip, dünkü gazeteden bir iç sayfa örtüvereceksin konunun üzerine.

"Tamam canım, sen mutfağı bitir bugün, zaten sonra birşey kalmıyor, gideriz Gümüşlüğe"...

Ne güzel bir kardeşim var benim yaa. Hemen uysallaşıp, "Tamam" diyor.

Memo, bizim ailenin yetenek konusundaki tüm genlerini bir bedende toplayan tek elemanı. Senfoninin kadrolu Flütçüsü olması haricinde, feci resim yapıp, yazı yazar.
3 sene önce 'uyku apnesi' diye bir hastalık baş gösterince, istanbul'a tedaviye geldi. Benim evde bulduğu (hediye gelmiş ve dokunulmamış) heykel hamuru ve işleme setini eline alıp, sıkıntıdan heykel yapmaya başladı. Memonun yetenekli olduğu alanlar hep bir sıkıntı halindeyken ortaya çıkar.


ilk heykel: Yaşlı Melek 2011


"Sanatçı şeytanların baştan çıkardığı bir yaratıktır, genellikle neden kendisini seçtiklerini bilmediği gibi, nedenini merak edemiyecek kadar da meşguldür. demiş William Faulkner

Bizimki de o hesap işte Memo, bu yeteneğin nereden geldiğini sorgulayamayacak kadar meşgul olduğundan, üretmeye devam etti. 2. heykelini (1.85 boyunda bir kadın) İstanbul'un büyük dijital ajanslarından birine (C-section) sipariş üzerine yaptıktan sonra, atölyesini kurup, isteyene sipariş üzerine heykel yapıyor, isteyene de kendi yaptıklarından satıyor. Kadrolu Müzisyen-Özgür bir Heykeltraş...

Bu da benim kardeş kontenjanından yırtıp, bedava kendime verdiğim heykel siparişimin bitmiş hali. 

Aile içinde bir sanatçının düştüğü durum bazen içler acısı olabiliyor. Eve girdiğimiz anda yetenekmiş, sanatçıymış düşünmüyor, veriyoruz Memonun eline taş fırçasını.


Akşam Gümüşlük hayalleri kuran Memo, motivasyonu en Hicaz makamdan bir türküde bulmuş, hırıl hırıl sürtüyor taşlara fırçasını: 

Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım
Bâzan gözyaşı oldu, bâzan içli bir şarkı
Her ânını eksiksiz, dün gibi hatırlarım
Dudaklaımda tuzu, içimde durur aşkı

Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler
Hani o güzel gözlü ceylânların pınarı
Hani kuşlar, ağaçlar, binbir renkli çiçekler?
Nasıl yakalamıştım saçlarından bahârı?

NOT: Türküde geçen Ceylanların Pınarı = Gümüşlük

23 Eylül 2014 Salı

Benim Ana mı Doğa Ana mı?

Biriktirme Hastalığı diye bir hastalık vardır, bilir misiniz?
Bu kişiler, satın almak ya da eşantiyon ve küçük hediyeler gibi ücretsiz eşyaları toplamak konusunda fazlasıyla enerji harcarlar.

Annem, bu hastalığın DNA'larıyla biraz oynayıp, kendi tarzını ortaya koymuş bir 'Biriktirici'. Bu hayattaki birincil hazzı, ev dekorasyonu. Ve belirtmem gerekir ki benim diyen iç mimarı, bilimsel olmayan ve hiç bir kanıta dayanmayan pratiği ile bunalıma sokar sokar çıkartır.
Biz Memo ile kendi başımıza hiç eşya almayız mesela. Annemin evinden "Bu benim olsun mu?" diyerek aldığımız irili ufaklı malzemelerle devşirme evler kurarız kendimize.

anne evinden bir köşe

Ege bölgesindeki bütün antikacıları, eskicileri ismen tanıyan ve bizzat alışveriş yapan annem, aynı zamanda sezon ürünlerine, indirim zamanlarına da aynı hassasiyette yaklaşır.

Daha ev ortada yokken bile süslemeyi seven ben ve annem, sabah eve doğru yola çıkmadan bagajı Ortakentteki evden uygun eşyalarla doldurup, yola çıktık. 

Muhsin'le son günümüz bugün. İçimizde biraz hüzün de yok değil hani...

Kendisi, sıvaları bitirmiş, evin önünde istediğim beton oturma yerini halletmiş, duvar boyasına geçmiş. 

Ben bugün biraz ağırdan alıyorum çünkü duvar kırma işlemi, gece yapılan tüm yoga hareketlerine rağmen bedende ciddi bir esneklik kaybı yaratmış. Süsleme kısmıyla sıcak saatleri geçirip, sonra badanayla hayatıma devam etmeye karar veriyorum.


Mutfaktaki nişin içini hafif bir yeşil tonuna boyayıp, içine de eskiciden alınmış, emaye kahve kupası asarak yaşamsal bir görüntünün ilk adımını atıyorum.


Bahçeye hemen Tunca'nın bahçesinden küpler ve ahşap eski tekneler alıp, içlerine cadde kenarından koparttığımız kaktüsleri gömüyoruz. Zeytin ağacı ise evin bahçesindeki çöplerin arasında bulduğumuz plastik, eski bir ağaç. Bahçede hiç yeşillik olmadığı için şimdilik yapay bir şeye var olma izni tanıyorum. 


Bu da evin en can alıcı köşesi: karşımdaki sonsuzluk hissi yaratan bu dağ manzarası, aralara serpilmiş Kara Selvilerle müthiş bir derinliğe sahip. Bu kendinden süslü ortama sadece iki adet ahşap şezlong ve matbaa'nın önünden aldığımız paleti koyup, üzerine de 2 adet şamdan serpiştirip, dinlenmeye bırakıyoruz.  

Bu evin en güzel tarafı yaşıyor olması. Apartman dairesinde yaşadığım zamanları hatırlıyorum. Bir günde nakliyenin getirdiği eşyaları uygun yerlere koyar, gerekli 3-5 dokunuşu yaparak hayatına devam edersin. Bir daha değişiklik yapmak, eklemek, çıkartmak aklına gelmez. İş ve şehir yaşamının içinde sadece bir mesken olarak tutarsın bu çılgın kiralar verdiğin kutu kutu beton alanları.

Burada ise yıllardır fark etmediğin yaratma isteğin, ılıman havayla birlikte gün yüzüne çıkıyor. Eline ne geçerse boyamak, onarmak, eski güzelliğine kavuşsun diye ona iyi bakmak istiyorsun. Doğa seni kendine yakışır şekilde davranmaya mecbur ediyor, yeşil yeşil bakışlarıyla...


Bir şarkı olmak istiyorsun burada. Beatles yazmış olsun istiyorsun ve seni Doğa Ana'nın oğlu ya da kızı diye çağırsın istiyorsun...

Mother Nature's Son ( The Beatles)
Born a poor young country boy
Mother Nature's son
All day long I'm sitting singing songs for everyone.

Sit beside a mountain stream
See her waters rise
Listen to the pretty sound of music as she flies.

Find me in my field of grass
Mother Nature's son
Swaying daisies sing a lazy song beneath the sun.


Duvara Karşı!

Hayır, biz ertesi gün eve gelmedik!

Kişi başı günlük 150TL verip Muhsin'in 'Ev Yapma Workshop'una katıldık...

Sabah 11 gibi bahçeden girdiğimizde bizim havalı sıvacı, bahçedeki leğenin içine, eldivenli elleriyle (manikür bozulmasın diye) çimento karıyordu. Bizi görünce yine bir keklik edasında kahkahayı bastı: kakakkakakakakakkkk....

Dün, dinlenmiş ve sinirlerimiz yatışkın olduğundan bu kahkahaya biz de karşılık verip, sabah muhabbetini açtık Muhsin'le.

"Eee, usta bugün nereleri bitireceksin? Nereden başlıyorsun?"
"Valla bugün sıvaları yapar, alt katın boyasının ilk katını atarım. Sen (beni göstererek) evin dış cephesini badanala (kireçle boyama operasyonu), Sen de (memoya bakarak) yerleri bitirirsin!"

Memo uyku mahmurluğunu atamadığı ve bu saatlerden sonsuz nefret ettiği için, başını öteki tarafa döndürüp, "Ben biraz kestiricem, akşam üstü çalışmayı planlıyorum" dedi.

Bense, ev bir an evvel bitsin de boşu boşuna bir aylık kiram gitmesin diye, en edilgen halimle "Peki Usta" diye cevaplayıp, görev mıntıkama doğru yol aldım.

Önce evin içine girip, sıva yapılmasını istediğim yerleri tespit ettim: Salonun yan duvarı, alt kattaki odanın pencere dipleri, mutfağın bütün duvarı, yukarı katta da yine ufak tefek gedikler...

Mutfaktaki duvarın önünde Muhsin'e yapılacak yerleri gösterirken, duvarın sıvasının koca bir bölümü elimde kaldı.

O da ne?

Pek naif olmayan bir hareketle, üzerindeki sıvadan kurtulan duvar, altındaki orjinal taşın bütün girinti ve çıkıntısını gözlerimin önüne serdi.


"Ahhh, bu duvarın sıvasını yıkıp, taşı çıkartmalıyız"
"Delirdin mi sen? O zor bir iş ben hayatta o işe girmem" dedi Muhsin
"Tamam, sen girme ama ben bu taşı istiyorum. Ne yapmam lazım anlat, ben yapıcam"
"Töbe, töbe... Nasıl kırıcan bu çıtkırıldım halinle o duvarı?"
"Ya sen bırak şimdi bunları, yaparım ben dedim ya, anlat sen bakim"

Ders 1:
Önce büyük bir çekiç ve keski bulunacak.
Sol eline aldığın keskiyi, kırmak istediğin sıvanın ortasına yerleştirip, verev tutmak suretiyle, sağ elindeki çekiçle de üzerine tüm gücünle indireceksin. Ve bu işlem sanırım sonsuza kadar sürecek.

Benim astral durumumu anlatan hayvan Boğa. Yani inadı ve istediğini alana kadar var gücüyle debelenmesiyle meşhur.

Aldım elime aletleri başladım kırmaya sıvayı. Tahmin ettiğim kadar kolay gitmediğini itiraf edeyim. Bu taş ev 50'lerden kaldığı için, gelen vurmuş, giden vurmuş sıvayı. Yani tam anlamıyla 'Sert kayaya çarptım" ...

1 saat duvara karşı debelenip, yarıdan fazlasını indirdikten sonra, kendimi bir vantroloğun kuklası gibi hissetmeye başladım. Adam benim kolları hareket ettirmekten yoruldu ve boş bedenimin içinden ellerini çekip, beni bir kenara koydu.

Muhsin'in geldiğini duyunca, toparlanıp, yığıldığım yerden hafifçe kalkıp, duvara bakıyor numarası yaptım. Resmen adam bana gülmesin diye rol kesiyorum. Kendi evinde bile huzur yok insana.

Öğle yemeği molası zamanıymış. O yüzden dışarı hemen aldığımız malzemelerle bir sofra kurduk:
2 kutu Tat Barbunya Pilaki, 1 kalıp beyaz peynir, domates, salatalık, simit ve Fruko Gazoz. Plastik çatal haricinde bir enstrümanımız olmadığından herşey, ısırmak, bölmek ve emmek suretiyle yeniyor.



İş bölümü iyi yapılmış bir gün olduğundan, Muhsin sözünde durup saat tam 17.00'de evi terk etti.
Memo, daha önce rabıta aralarına sıkmış olduğu poliüreten sprey tahmininden daha çok dışarı taştığı için, kendine ekstra bir iş daha yaratmış oldu: Taşanları, falçata ile belinden kesmek...

Vahşi Poliüretan tümsekleri ve temsili mini Komodo Ejderi 


Bense, zoru seven karakter özelliğimi bir de ev tadilatında kanıtlamış olmanın gururu, 2 beden büyümüş ellerim, kalınlaşmış saç tellerim (toz-topraktan) ve yıkmış olduğum sıvalarla mutlu ve huzurlu bir şekilde günü sonlandırdım.

malzeme: kan-ter-inat-kas gücü



"En derin yaralarla başlar en derin gülücükler.
En yüksek uçurumlardan düşerken öğrenirsin uçmayı.
En derin denizlerde boğula boğula becerirsin tek bir nefesle yaşamayı." demiş Friedrich Nietzsche

Bu ev; bana gülmeyi, uçmayı ve tek bir nefes ile yaşamayı öğretecek gibi ...





22 Eylül 2014 Pazartesi

Beni bi Schopenhauer anlar!

Dün akşam annemin iş çıkışı eve getirdiği duvar ustasının kırık kaburgamıza denk gelen laflarından sonra bugünü tatil ilan ettik...

Muhsin Usta, bize uğradığında saat 20.30 civarıydı. Biz Memoyla evin önündeki betona oturmuş, feri sönmüş gözlerimiz ve baş göstermiş kamburumuzla, içli içli sigaralarımızı telliyoruz.


Bahçe kapısından içeri 1.85 boylarında, son derece trendy giyinmiş, esmer tenli bir adam, annemle birlikte girip, bize doğru yürüdü.

Bizde pek bi tepki yok, boş gözlerle bakmaya devam ediyoruz. Beyin ölümümüz gerçekleşmiş de, annemin ısrarlarıyla yaşatılıyor gibiyiz.
Adam, bizi görünce, anneme dönüp, "2 gün gelir, istediğin işleri yapar, giderim.  3'üncü gün gelirsem beni de bunlara benzetirsin sen, kakakakakkakaakakka (gülerken çıkan ses)"

Ya Tanrım Ya.... Ama Yaa...

Üniversite mezunu, pırlanta gibi iki genç, Diyarbakır'dan 15 sene önce buraya göçmüş, burada aile kurmuş, manikürlü, yemesine içmesine dikkat edip, saat 9.00'dan 17.00'ye kadar çalışmayı kendine prensip edinmiş, yaşamını sıva yaparak kazanan Muhsin'e cevap bile veremiyoruz. Sadece yarından sonraki gün için bize verdiği programı ve alışveriş listesini, başımızla onaylayıp, uzaklara bakmaya devam ediyoruz.

Not: Muhsin usta; Bodrum'da bütün sosyeteye iş yapan, son derece detaycı ama bir o kadar da ukala, gerçekten manikürlü ve komedyen olsa, Şahan'ı falan tokatlıyacak yeteneğe sahip sıva ustası. İşiniz düşerse bende numarası hala mevcut...


Neyse bugün tatiliz işte. Travmalarımızı ve yorgunluğumuzu atmak için Yahşi Sahilinde bir plaja atıyoruz kendimizi. Yahşi Sahili, irili ufaklı bir çok otel, pansiyon ve restoranlarla dolu. Hepsinin önünde de plaj kısmı. Burada Plajlarda şemsiye, şezlong bedeli diye bir şey yok. Sadece yediğine, içtiğine para veriyorsun. Son derece makul ve denizi de soğuk, temiz ve yahşi....



Bizim denizle pek bir işimiz olmuyor. Kendimizi attığımız köşelerde, bütün gün bir sağa, bir sola döne döne uyukluyoruz.

Şu an hem çok mutlu hem de çok mutsuzum!
Ve beni anlayabilecek tek insan, büyük Üstat Schopenhauer!

"Kim ne derse desin, mutlu insanın en mutlu anı, uykuya daldığı andır ve mutsuz bir insanın en mutsuz anı, uykudan uyandığı andır. İnsan hayatı, bir tür hata olmalı!" Arthur Schopenhauer (ünlü Alman filozof)











kadı kör kaymakam kör kendi işini kendin gör!

Bu nasıl bir yorgunluk Tanrım!

Yataktan kalkarken, ana rahminden yere düşen zürafa yavrusu gibi hissediyorum kendimi. Bacaklarım henüz bu yeni güne ve hayata hazır değiller, titreye titreye doğrulmaya çalışıyorum. Şifonyere tutunarak, yer çekimine biraz adapte olduktan sonra, Memo'ya sesleniyorum

"Hadi kalk, gitmemiz lazım"

Memo, diğer yatakta isteksizce kıpırdanıp, her sabah sıkılmadan kurduğu cümleyle cevap veriyor.
"Tamam, ama 5 dakika daha"

Memo; geceyi, gündüze tercih edenlerden. Sabah erken kalkmak ona göre son derece gereksiz ve faydasız bir şey çünkü kafasının ve bedeninin gece daha iyi işlev gördüğüne inanıyor. Bu yüzden onu kaldırmak için artçı yoklamalarınızı 5 dakika arayla tekrarlamak ve tahammülünüzün kalmadığı yerde de tartaklamak zorundasınız. Bugün tam 10 dakika sabredebildim ve tartaklama kısmı da tahmin ettiğiniz gibi fazla şiddetli olamadı ama başardım.

Aşağı inip, annemin kurduğu kahvaltı sofrasına sessizce ilişiyoruz.



Annem işe gitmeden önce bizi arabasıyla önce kısa bir alışverişe çıkartıp sonra da eve bırakıyor her sabah. 

Saat 10.30 gibi benim eve ulaşıyoruz. 

Sipariş ettiğimiz toprak ve mıcır gelmiş ve kamyonla bahçenin çeşitli yerlerine öbek halinde bırakılmış. Bunları kürekle yerlerine nakil etmekse tabii ki bizim işimiz. Önce mutfak lavabosuna doldurduğumuz buzlarla kendimize ilkel bir buzdolabı yapıp, aldığımız yiyecek ve içecekleri yerleştiriyoruz. Bu, bizim muson sıcaklarında 'Survive' (hayatta kalmak) etmemizi sağlayan küçük bir sistem sadece.

Öğlene kadar boyum kadar kürekle mücadele verdikten sonra, ben evin duvarlarını boyamaya, Memo da yer hareketlerine geçiyor (rabıta aralarının ve duvar boşluklarının poliüretan spreyle doldurulma işlemi)




Ben, elinden iş gelen kadınlar grubu mensubuyum ve 1.62 boyum, 49 kg ağırlığmla 'Sinek Siklet' kategorisinde yarışıyorum bu hayatta. Bu tarafımı babamın genlerinden almışım. 

Dedem; Soyadı kanunundan sonra doğup, büyüdüğü Bulgaristan-Deli Ormanı terk edip, Türkiye'ye göç etmiş. Yürüyerek! 

Ethem dede; 1.72 boylarında, zayıf, derin mavi gözlü, bembeyaz tenli, 6 lisan bilen bir muacır. Türkiye'de ilk geldiği yer İstanbul. Sokaklarda yatıp, Eminönünden bakırlar toplayıp, Taksim'de satarak kendine bir iş tutturduktan sonra, Ticaret konusundaki başarısını Ankara Ticaret Odası Başkanlığı'na kadar taşımış bir deha. Babaannemle bir arkadaşı sayesinde tanışıp, evlendikten sonra 2 erkek çocuğu olmuş. Hep kız istemiş oysa. 

Dedem ve kuşu - 1994

İşte ben de dedemi mutlu etmek için doğan ilk torunum. İlkokula kadar dedemin tepesinde büyümüşüm. Elinden her iş gelen dedem, beni çanta gibi hep yanında taşıdı çocukluğumda. Antikacı dükkanında takılırdım onunla; kolye yapar, bakırları kalaylar, gümüşleri parlatırdık. Uyumadan önce mutlaka Hayvanlar Ansiklopedisi okurduk. Haftasonları ise dedemin kendi buluşlarını hayata geçirme zamanıydı: takı kutusu tasarımı, tahta kızak, içinde ışık yanan kolyeler, baca temizleme aleti...vb

Anlayacağınız kız çocuğu arzulayıp, erkek çocuk muamelesi yapan dedem sayesinde,  bugün çimento karabilen bir kadına dönüşmüşüm fark etmeden. 

"Nur içinde yat dedoşum, evimi görsen bizimle çok gurur duyardın"
"Hissediyorum"








20 Eylül 2014 Cumartesi

Umutlar Söner, Kireç Sönmez!

Yeni bir şehire taşındıysanız ve burada yapılanmak istiyorsanız ilk atacağınız adım işin ustalarıyla tanışmak olmalı...

Bu teori, her mantıklı ve kafası çalışan insanın aklına gelen ilk şey olsa da Bodrum'da durum biraz daha farklı. Söz konusu 'Usta' olunca Bodrum'un kendi kuralları var. Özellikle de yaz (sezon) aylarında.

Mesela bir demirci mi buldunuz, onu eve getirmek ve istediğiniz işi yaptırmak için çeşitli oyunlar oynamalı, gösterip vermemeli, arabanızın ve paranızın olduğunu gizlemeli ve sizi siz olduğunuz için sevmesini sağlamalısınız... Lakin bu adamlar kesinlikle sözlerinde durmaya, iş yapmaya, ucuza tamah etmeye ve sizinle bir ilişkiye girmeye gönüllü değiller.

Neyse bizim şansımız demirciden yana yaver gitti ama sıvacı, şehrin en iyi psikoloğu gibi davranıp, 15 gün sonraya randevu (o da belki) verdiği için, işi kendimiz yapmaya karar verdik.

Google (Tanrı seni korusun) açıldı ve eski rabıta renovasyonuyla ilgili makalelerin hepsi okundu. Ha, aklınızda bulunsun bu konuda Türk siteleri maalesef size sadece Laminant Parke yapmayı öneriyor. O yüzden yabancı dili olan birini bulun ya da biliyorsanız yabancı sitelere dalıp, öğrenebilirsiniz. Biz 3-5 teknik kaptıktan sonra, Memo'yla kendimizi bir Yapı Market'in serin koridorlarına attık.
Liste:
Sönmüş Kireç
Sönmemiş Kireç
Poliüretan sprey (adet şaibe)
Ahşap Macunu
Çeşitli fırçalar
Ahşap cilası (ceviz ve maun)

Hava 50 derece olduğu için eve gelince hemen iş kıyafetlerimizi giydik; mayo ve şort.

Şimdi ilk iş rabıtaların arasına kireç dökmek. Bu işlem, eski tahtaların arasındaki ve içindeki bütün börtü-böceği öldürüp, ileride yaşamalarına da engel oluyormuş. Fakat elimizde bir sönmüş bir sönmemiş kireç olduğundan bize bir 'Dur' geliyor. Aman, ikisi de aynı şey değil mi zaten, hangisi olursa olsun o görevi yapacak. (Son sözler)


Scarface filminde, Al Pacino'nun 'Sönmemiş Kireçle' imtihan sahnesi

Önemli bilgi: Kireç fırınından elde edilen kalsiyum oksit sönmemiş kireç olarak tabir edilir.Bunun üzerine bol su ilava edildiginde ısı çıkışı ile sönmüş kirece dönüşür. Bu ürün yumuşak kıvamda hafif kaymağıyla torbalanarak piyasaya sürülür. Bu ürüne halk arasında hamur kireç denir.

Ne demiş Murphy, "Eğer bir işi halletmek için birden fazla olasılık varsa ve bu olasılıklardan biri istenmeyen sonuçlar veya felaket doğuracaksa; kesinlikle bu olasılık gerçekleşecektir."

Biz kimiz ki koskoca Murphy'nin alnına kara çalacağız; Döküverdik rabıta arasına hamur kireci...
Sıvıyı aralara itmek, geride kalanı, rabıta kurumadan temizlemek ve dökmüş bulunduğun çılgın miktar bitene kadar bu döngüden çıkamamak. 




Toz kirece geçene kadar geçen zamanı söylemeye dilim varmıyor ama şunu itiraf edeyim ki (spor hocam duymasın) Ne kettlebelle'ler salladım böyle çalışmadı benim kaslar.

Gün nasıl mi bitti? Tabii ki güzel bir Türkü eşliğinde...

ODAM KİREÇ TUTMUYOR
odam kireçtir benim
yüzüm güleçtir benim
soyun da gir koynuma
tenim ilaçtır benim

odam kireç tutmuyor
kumunu karmayınca
sevda baştan gitmiyor
sarılıp yatmayınca

baba ben dervişmiyem
hırkamı giymişmiyem
ben sevdim eller aldı
baba ben ölmüşmüyem

şiirin şarkıda söylenmeyen kısmı:
odanı kireç eyle
yüzünü güleç eyle
yandım aşkın elinden
gel bana ilaç eyle

Yedi Kere Yedi Elde Var Ayten!

Tamam sevinçten ne yapacağımı şaşırmış durumdayım, kabul. Ama size hiç işime gelmese de bu detayı vermek zorundayım:

Benim uğurlu sayım 7'dir ve hayatımda gerçekleşen en önemli olayların da mutlaka 7 rakamı ile bir ilişkisi vardır. Psikolojide beni Sayma Obsesyonu olan (Bu kişiler düşündükleri ya da gördükleri sayıları saymaktan kendilerini alamazlar. Otomobil plakalarını, evlerin numaralarını, apartmanların kaç kat olduğunu sayarlar. Belli sayılar uğurlu, belli sayılar uğursuzdur...) 'OKB' tanımı ile tanımlıyor olmalarını hiç sallamayarak tarihin '7 Ağustos 2014' (2+0+1+4=7) ve evimin kapı numarasının da '61' (6+1=7) olduğunu belirtmeliyim...

"ohhh, söyledim işte"

Sema Yelkencioğlu'nun  bana 4 sene önce hediye ettiği baş tacı yağlı boya tablom


Batıl inançlarımı, kitap ayracı yaptıktan sonra, kahvaltı bile yapmadan evden yeni evime doğru yola çıkıyoruz; annem, ben ve Memo. Yapılacak o kadar çok şey var ki ve o kadar param yok ki... Ama olsun, Aslanlar gibi kafası çalışan, eli iş tutan kardeşim ve ben varız ya, kıvırırız biz bu işi...

Evin bahçesinden adımımı attığım andaki sahiplenişim bizimkileri güldürüyor. "Oooo, ne çabuk da alıştınız küçük hanım?" diyor annem. Valla sanki hep buradaymışım hissine karşı koyamıyorum, benim değil. Evrenin suçu!

Ev, gelecek vaadeden bir proje şimdilik. Hani, evi tuttun, hemen bir temizlikçi sok, taşın durumu bizim vaka için geçerli değil. Deftere yaptığım listeye bakılırsa bizim burada en az 25 günlük işimiz var o da şansımız ve yeteneğimiz yaver giderse...

Benden önce burada bir çift yaşamış, tam 6 sene. Karı koca veterinerlermiş. 4 köpekleri ve 2 atları varmış!

At mı???

Hayatımda böyle bir cümle kuracağım hiç aklıma gelmezdi:
"Benden önceki kiracının atı varmış ve bahçede ata binermiş"... Sanırsın 'Ewing Ailesi'ne kiracı geldim  (Dallas Dizisi).

Neyse bu enteresan çift Bodrum'u terk edip İngiltere'ye taşınma kararı alınca, evi boşaltıp, geride at bokları ve bana (yeni kiracı) bir sürü soru bırakmışlar.

Mesela, ev en son ne zaman boyanmış? Neden nil yeşili renginde boyanmış, neden bahçeye asimetrik bir beton dökülmüş ve çevresi birbirinden farklı galvaniz metallerle kaplanmış, neden evin tam önündeki çiçeklik kısmı tel örgü ile hapsedilip, içindeki kurumuş otlar koruma altına alınmış, neden digiturk anteni manzaranın tam ortasına oturtulmak suretiyle dağ görüntüsü engellenmiş, neden salon rabıtalarının arasına girmiş köpek kılları, yumak olacak kadar beklenmiş,... vb


 

 






Soruların cevabını beklemek yerine, çözüm üretmek gerekir bazen. Ben de kolları sıvayıp, ilk günü organizasyona ayırdım.

*Demirci çağırıldı, 1 kamyon toprak ve mıcır siparişi verildi, yapı marketten alınacakların listesi hazırlandı, sıvalar için bir duvar ustasına ulaşılmaya çalışıldı...


Günün sonunda kulaklarımda Edith Piaf'ın  'Non Je Ne Regrette Rien' parçasının son nakaratı, evin önüne geçip, mırıldanmaktan kendimi alamıyorum...

Non, rien de rien (Hayır, kesinlikle hiçbir şeyden)
Non, je ne regrette rien (Hayır, hiçbir şeyden üzgün değilim )
Car ma vie, car mes joies (Çünkü hayatım, çünkü sevinçlerim )
Aujourd'hui, ça commence avec toi (Bugün, seninle başlıyor)



Cesaret, Cesaret, Cesaret...

"Cesaret, cesaret, cesaret... İşte yaşamın kanını kıpkırmızı, capcanlı yapan o..." demiş Bernard Shaw
Ben de bu sabah kanım hafif bir renk almış şekilde uyandım. Bütün gece dönüp durduğum yatağımdan, onu fazla hırpaladığım için özür dileyerek, toplanıp, alt kata indim. Annem gazetesi, kahvesi ve ilk sigarasıyla mutfak kısmına kurulmuş, tatil gününün rehavetini yaşıyor. Annem, haftanın 6 gününü, Bodrum'da marina içindeki bir mağazanın müdürlüğünü yaparak geçiriyor.
"Bugün ne yapmak istersin?" diye soruyor.
"Bilmem, bir şey düşünmedim. Karnımda dün doğmuş kelebeklerim var hala. Kafam çok karışık"
"Hadi boşver şimdi bunları, herşey olacağına varır. Giyin de Dereköy'e gidip, Tunca'nın orada bir kahve içip, yeni küpler gelmiş mi bakmaya gidelim"
Tunca; annemin Bodrum'a taşındığı ilk yıllardan beri küp ve eski antikalar aldığı, aynı zamanda arkadaşlık ettiği bir bayan. Dereköy'ün girişinde, yol üzerinde eski kapılar, küpler, kediler, köpekler, kazlar, tavuklar ve boyalarla dolu bir atölye kurmuş kendine. Burada hem yaşıyor hem de ürettiği ve topladığı eşyaları satarak, iş hayatını sürdürüyor. Her zaman bayılmışımdır bu eve; kalabalığın içinde, boşlukta hissi yaratan, gözünün her detayla oynaştığı, şehir hayatını istinasız her seferinde sorgulatan bir bahçe-dükkan (Tunca Saner-Atölye Tonzos)




Bahçedeki yeni eşyaları gözden geçirdikten ve incir ağacından 3-4 incir koparıp yedikten sonra Tunca kahvesinden bir yudum alıp,

"Karşıdaki taş ev 1 hafta önce boşaldı. Siz çok severdiniz o evi. bakmak ister misiniz? Bir seramikçi arkadaşım istedi ama sonra baş edemem diye vaz geçti tutmaktan".

"Neeeeeeeeeee???"

"Allahım sana geliyorum. Benim o eve hayran olarak geçirdiğim düzenli yıllarım var."

Annemle göz göze geliyoruz. Başıyla sessizce, gülerek onaylıyor benim hiperaktif çocuklarda görülen, ayarsız heyecanımı. 

"Hadi gidip bakalım"...

Dereköy'ün girişindeki 3 taş evden biri. 1 dönüm arazi içine kurulmuş,  1950 yapımı bu yakışıklı, girişindeki dut ağacının gölgesine kurulmuş, Bodrum sıcaklarından korunmanın yolunu bulmuş, yaşlı bir köylü...




 İşte içindeyim senin sonunda...

Daha evin içini görmeden, hızlıca arkamdakilere dönüp,

"Ben burayı istiyorum. Bugün burayı tutacağım. Tunca, ev sahibi ile bizi hemen görüştürür müsün lütfen?"
"Ev sahibi yan evde oturuyor zaten, dur konuşalım bi"...

Hani hissedersin ya bazen, güzel bir şeylerin geleceğini. Ben bu evin benim olacağına %100 eminim. Burası benim 'kırmızı kapılı', hayatımın akışını değiştirecek ve bana mutlu günlerimde sığınak olacak yeni evim...

Ev sahiplerim, 86 yaşındaki Emin amca ve 79'luk Emine teyze. Hala sapasağlam, halis mulis Dereköylü bu çifti isimleri mi bir araya getirdi yoksa kader yolunu yaparken, isim benzerliğine de mi önem verdi bilemem ama Emin ve Emine, bana evlerini o gün teslim ettiler.

Ellerini öpüp, anahtarımı aldıktan sonra, benim bir Bodrumlu olma hikayem de başlamış oldu.

İnanamıyorum hala!!!
Gerçek mi bunlar?