18 Aralık 2016 Pazar

Sağlıklı Başlangıç

Yeni bir yıl yaklaşırken toparlanmak ve 'sağlıklı başlangıç' listesi yapmak adettendir.
Normalde uygulamaya geçme tarihi bir klişedir ve 1 Ocak'tır...
Ama gelin kıralım alışkanlıklarımızı ve yaz saati uygulamasını değiştiremesek de kendi zamanlamamızı değiştirelim.
18 Aralığın nesi var ki değil mi ama?

Listemin başında sizlere bir Özür var!
Uzun zamandır ısrarınıza ve desteğinize rağmen yazmadığım, yazamadığım için.
Sebebini kısaca anlatmak bir borç olduğu için kısaca bahsedeceğim:
Bu bloğu okuyan bir çok iyi insanın yanında kötü ve fırsatçılar da çıktı elbet. Olmasa olmazdı. Ama ben o kötülerle nasıl savaşacığımı bilemediğim bir döneme denk geldim ve pes ettim. Korktum. Korkunca bir daha pes ettim. Bu katmerli pes edişlerin ardında maalesef sözle de olsa beni ve hayatımı taciz etmeye çalışan biri vardı. Kendisini tanımadığım ve muhakeme yapma yetim olmadığı için suç duyurusunda bulunarak ve Savcılık şikayetiyle çözmeye çalıştım. Sonunda ne mi oldu?
Tacizler de benim yazma isteğim de kesildi...

Şimdi korkmuyor musun? diye sorabilirsiniz?
Korkmuyorum!
Beni en sevdiğim şeylerden uzaklaştırmaya, inandıklarımı ve yaşadıklarımı anlatmama engel olmaya çalışacak kişilerin sonu olmadığını gördüm. Osho'nun Yoga adlı kitabında Şairler hakkında bir tesbiti vardır: Der ki "Şair hafızasını beraberinde götürmez. Zihnini bir kenara bırakır ve bu da doğrudan temas etmesini sağlar. Mantığın bittiği ve şiirselliğin başladığı yerde rafine edilmiş ve yüksek aşamalı bir fenomen vardır." O zaman mantığın ve gerçeklerin sınırlarında dolaşıp, kaybetmek yerine, kendine izin vermek ve Şair olmak lazım diye düşünüyorum.
(Listenin 1. maddesini neredeyse şimdiden realize etmenin de tadı bir başkaymış:)

2. sırada sigarayı bırakmak, diyet ve spor yapmak var zannediyorsanız çok yanılıyorsunuz! Çünkü bu yıl listenin daha anlamlı bir tarafının olmasını istiyorum. Mesela Bodrum'da hakkını vererek yaşayabilmeye ne dersiniz?
Kabul ediyorum ki ben bir çoğunuza göre 1-0 öndeyim; Hani büyük şehire 2 sene önce postayı koyup, herkesin hayalini kurduğu o güzide sahil kasabasına yerleştim ya... Ama yerleşmekle olmuyor bu işler. İnanın yaşadığımız topraklar, politika ve insanlar aynı. Haa tabii ki bir tık şanslı olduğumu itiraf etmem lazım. Çünkü biz burada daha az tedirgin, daha az trafikli, daha az yorgun ve daha az mücadeleci yaşıyoruz. Günler daha uzun mesela havalarsa bildiğiniz gibi ılıman. Kuş seslerini ilk defa duyduğunuz ve uykunuzdan uyandığınız da buranın gerçeklerinden...

Ama gel gör ki burada yaşamak için öncelikle:
Daha önce bildiklerinizi unutmanız gerekiyor; Günün sonunda burası, ilgi odağı olmuş ve zorla geliştirilmeye çalışılan bir sahil kasabası. Doğasında turizm ve az çalışmak olan bir Akdenizli. Eee turizm bitti. Çalışma alanı zaten yok o zaman ne olacak?
Genel kanı ve öneri 'Emlakçı Olman' yönünde...

"Hemşire deli misin sen ne uğraşıyorsun antin kuntin, sanat, sepet, markalaşma, pazarlama, strateji falan? Emlakçı olacaksın cillop gibi senede bir ev satıp, gün gibi yaşayacaksın. Hem çevren de var bak... Valla delisin sen!!!"

Bak güzel kardeşim benim bugüne kadar ne boklar yediğim, ilgilendiğim alanlar, hobilerim belli. Hep bir yazı işleri, dergicilik, sanat yönetmenliği, sosyal medya, resim, reklamcılık falan gibi kreatif işlerin içinde olmuşum ben. Şimdi 42 yaşında sanki anlarmışım gibi hidroforlu, depolu, tapusunda cart gözüken ama curt olan evi ordan buradan bulup, kendi portfoyüme koyup, kaçırılmayacak bir şey gibi gösterebilme ihtimalim var mı?  
Sıksam olur... Ama sıkmayacağım!
Çünkü ben profesyonelliğe inanırım (Bu arada bu işin hakkını veren 1-2 akadaşım var yönlendirme yaparım isteyene) Haa deli gibi iş mi yapıyorum? Hayır ama yine de bilenlere bırakmayı tercih ederim bu alanı. Her meslekten emlakçı olmuş insan tanıdım burada. Herkes yokluktan emlakçı oluvermiş Bodrum çukurunda. Haksızlar mı? Asla değiller. Çünkü burada icra edilen meslekleri yazsak iki elin parmaklarını geçmez:
1- İnşaatçı
2- Müteahhit
3- Emlakçı
4- Otelci
5- Restoran/barcı
6- Tekneci

Anlayacağınız listenin 2. maddesi benim için daha zorlu. Bu 6 meslekten birini öğrenmem lazım bu yaştan sonra ki zaten otelcilik, restorancılık ve teknecilik ülkenin turizm baltasından dolayı iptal olmaya yüz tutmuş durumda.

Umutsuz şeyler yazıp bir de ben karartmayacağım bu karanlık günleri. Ama buraya gelmeyi hedefleyen, özenen arkadaşlara hiç kimsenin yazmadığı gerçekleri söyleyeceğim; Tedbirli ve bilir olarak gelin diye aramıza.
- Üç kuruşluk birikimine güvenip, burada iş yapacağını sanarak gelme
- Evliysen, karının/kocanın tam olarak dişli ve seninle aynı hayali benimsediğini anlamadan gelme
- Burada iş yapacaksan büyük şehir vizyonunu, geldiğin şehirde bırakmadan gelme
- Tek başına bir kadın olarak gel tabii ki ama yaşlı ve paralı adamların sana yazmasından rahatsız olacaksan, bir daha düşün, gelme
- Haftanın 5 günü sokakta yemek yiyorsan ve akmayı seviyorsan daha zamanın var, gelme
- Araban yoksa sakın gelme
- Buraya restoran açmaya geliyorsan gelme
- Uçuk -kaçık fikirlerin ve projelerin varsa gelme

Aslında 'Gelme' demiyorum ama bunlara dikkat edip gelin diyorum. Çünkü buranın dinamikleri, kafası, iş anlayışı, prensipleri, yaşamı bildiklerinizden farklı diyorum...

Kendime ve sizlere 'Sağlıklı Başlangıçlar' yapabilme fırsatı vererek yazımı bitiriyorum.
İyi ki varsınız...










13 Ocak 2016 Çarşamba

Esse est Percipi

Esse est Percipi : "Var olmak Algılanmaktır"

Ünlü filozof Kant'ın hayatı boyunca yaşadığı Königsberg'den hiç ayrılmadığı, her akşam yemeğinden sonra yürüyüşe çıkmak gibi düzenli alışkanlıklarıyla birlikte yapayalnız bir hayat sürüp öldüğü söylenir...

Baktım ki benim gidişat da biraz Kantlaşıyor, ufak bir düzenleme ile bu kış kendime sosyal bir çevre edinmeye karar verdim. İşin sırrı bu sosyalliği, sentetikleştirmemek. Doğal ve organik yapabilmek. Ne de olsa Bodrumdayız değil mi ama.

İlk olarak istekli olduğumu evrene sesli bir olumlamayla belirttikten sonra gerçekleşmiş gibi şükrettim ve tabii ki EGO'mu da hafifçe içeri çekmeyi unutmadım...

Ben hazırım da geri kalanlar nerede?

Bu cümleyle soyutlamanın doruklarından gündelik gerçeklere yumuşak bir iniş yaptıktan hemen sonra, her şarjlı medeniyeti tatmış insan gibi ben de telefonumdaki 'Kişiler' sayfasına bağlandım:

Ayşe; evli çocuklu
Ahmet; evli çocuklu
Mehmet; İstanbul'da
Arzu; evli
Yıldız; evli çocuklu
Mahmut; yaşlı
...

(isimler temsili, durumlar gerçek)

Ulan herkes ürerken ben ne yapıyordum acaba? Ev falan mı boyuyordum? Ya da Bahçede ot yolarken mi kaçırdım olayı? Yok yok belli ki ben yanlış sınıfa düşmüşüm...

Bu tip durumlarda en iyisi kara tahtada yazılı her şeyi silip, eline yeniden tebeşiri almaktır.
İstikamet Bodrum Merkez.

Bütün gün amaçsızca dolaştıktan ve kahve içmekten midem büküldükten sonra, Marinanın karşı yolunda Bülent'e rastladım; Küba Bar'ın sahibi nam-ı diğer 'Küba'.

Yüzüme bir kan gelmiş ki sanırsın biraz önce inci kolyem ve korsajlı elbisemle, komşu köşkün sahibiyle bahçede, şemsiye altında fingirdeşiyorum. (bkz 19yy İngilteresi)

"Kız naber? Napıyorsun? Gelsene yanımıza" (Marinanın karşısında Yeni açılan Mutfak by Küba'nın ön masasında )
"Aaa selam. Napim ya sıkıldım evde. Attım kendimi sokaklara. Çok severek katılırım size bir şarap için"

Mutfak by Küba'da ilk Şarap


Bülent'le tanışma hikayemiz biraz komiktir. Geçen sene Şubat ayında yabancı bir dergiye Bodrum konusu hazırlarken, yazdığım 'Küba Bar yazısı'na görsel istemek için aradım kendisini ilk. O da: Salı günü saat 17:00de gel Küba Bar önünden al fotoğrafları dedi bana. (Geçen seneki ürkekliğimi ve o hafta yaşanan Özge Can vakasını kafanızın bir tarafına not edip öyle okuyun devamını)

Tam bana söylenen saatte Küba Barın önüne gittim. Bir adam kapının yanındaki duvara dayanmış duruyor. Biraz yaklaştıktan sonra

"Sen Ahu musun? dedi
"Evet, siz de Bülent Bey olmalısınız"

Elindeki Usb belleği uzatarak

"Bütün fotoğraflar burada, istediğini kullanabilirsin, işin bittikten sonra buraya bırakırsın"
"Harika teşekkür ederim"
"Bu arada nerede oturuyorsun sen?"

(Dilbilgisine alışkın birinin, dili bu kadar cüretkar kullanan biriyle karşılaştığı zaman sopasını saklaması durumunu yaşayan ben 2-3 kekeledikten sonra)

"Dereköydeyim. Neden sordunuz?"
"Yemek yedin mi?"

(Şaşırmaktan katılmış ben)

"Henüz değil ama evde yiyeceğim, teşekkürler"
"Hadi gel. Senin evin yolunda bir yere yemeğe gidiyoruz arkadaşlarla. Sana da yemek ısmarlayayım. Hem tanışmış oluruz"

Bu radikal öneriye, daha radikal bir cevap arayışımı fark eden Bülent,

"Korkma, kimse seni rahatsız edemez ama olursan da bir kahve içersin, şöför seni eve bırakır"

Aranızdan kaç kişi bu durumda "Tamam o zaman" diyip yemeğe gider?
Pek çıkmadı galiba...

Ben ne yaptım sanıyorsunuz?
Tabii ki gittim.
(İşte, sanırım bazıları ürerken ben yeni tanıştığım insanlarla keyifli bir yemek yiyordum)

Yahşi kavşağını geçtikten hemen sonra yol kenarında bulunan 30 yıllık, masif bir meyhane olan Atgeç Meyhanesine gittik o akşam. Burayı Bodrumlulular haricinde çok bilen ya da tecrübeleyen olduğunu sanmıyorum. Küçücük bir köy evi ve bahçesinden oluşan bu mekanın sahibi mutfakta size kanlı kavurma (sacda köy tavuğu), bıldırcın, Tilkişen (Yabani kuşkonmaz), Körek mantarı (Bodrumda çıkan bir mantar) gibi inanılmaz yöresel lezzetleri yaparken, fonda hafif bir Türk Sanat müziği çalıyor. Şömineye atılmış Zeytin ağaçlarının çıtırtısı ve tek garson Mehmet'in sürekli yaptığı servisle kendinizi 80'lerde sandığınız süssüz ve gerçek bir rakı mekanı.

Atgeç Meyhanesi Gürece


O gece Bülent'in çok yakın bir kaç arkadaşıyla muhteşem bir yemeğe dahil oldum.

Ne demiş Paulo Coelho “Risk almak zorundasın. Çünkü, yalnızca beklenmeyenin olmasına izin verdiğimizde, hayatın mucizelerini tam olarak anlayabiliriz.”

Bu riski almamı kolaylaştıran ve Bodrum'da hem iş yaptığım hem de dostluğundan inanılmaz keyif aldığım Bülent'e bir kere daha buradan teşekkür etmek istiyorum. Sanırım Bodrum'da sosyalleşmemi sağlayan kapıyı aralayabilmeme en büyük katkı kendisinindir.

Bülent , The Küba

Tek tanıdığım Küba mı sandınız? :) 


Hala tam olarak kendime ait bir çevre kurmamış olsam da, her geçen gün yeni insanlarla tanıştığımı ve bu konuda amatörlüğümü atmaya başladığımı söyleyebilirim.

Haa, nereye mi takılıyorum?
Tabii ki Mutfak by Küba'ya. (Buna reklam değil, sosyalleşme yolunda ilk adım denir)
















                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

5 Ocak 2016 Salı

Suriphobia

"Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibarettir." demiş Dostoyevski. Bu çıkarıma göre Dostoyevski'yi eve davet edip, benim ikinci yarı hakkında konuşmayı kesinlikle hak ettim...Ben ilk yarıda edindiğim bütün alışkanlıkları çöpe atıp, 40'ta sıfır kilometre bir yaşama geçmiş bulunuyorum. (Tamam 3-5 garanti alışkanlığı hala cepte tuttuğumu itiraf edebilirim) 

Bence yaşadığınız yerin, sosyal ortamın ve diğer değişkenlerin diretmesiyle değişiyor bütün alışkanlıklarınız;

Örneğin daha önce lüks apartman dairelerinde yaşayan birini köy evine koyduğunuzda, kesinlikle bir Apartman Görevlisi olmuyor.
"Ahmet bey çöpü alır mısınız"
"Ahmet bey benim zil çalışmıyor"
"Ahmet bey sabah bana bir gazete, bir ekmek lütfen"
"Aaaa Ahmet bey evde böcek gördüm hemen bir ilaçlama yaptıralım"

Ahh Ahmet bey Ahhh.. 
Bir görsen şimdi ben neler yapıyorum aklın şaşar.
Çöpümü yolun karşısına yürüyüp atıveriyorum. Ekmek gazete öyle her sabahlık değil 3 günde bir mesela. Haa böcek mi? Basıveriyorum üstüne gidiyor. Ama geçen gün yaşadığım travmayı sana anlatmazsam olmaz.

Benim üst katla alt katı birleştiren merdivenin boşluğunu, ıvır zıvır koymak için düşünmüştüm. Evde çok fazla dolap ve saklama alanı olmadığı için, Kış olduğunda yazlık ayakkabıları, Yaz olduğunda kışlık ayakkabıları, boyaları, kovaları, tamirat malzemelerini vb bütün istemediklerimi hoop atıveriyorum merdiven altına. 1 hafta önce Kışlık ayakkabılarımı çıkartayım ortaya istedim. Girdim merdiven altına, çıkarıyorum istiflediğim şeyleri. 2 torba ayakkabıyı, torbaları iyice koli bantlayarak (nem almasın diye) yerleştirmişim yazın. Birini aldım, giymediklerimi ayırıp, diğerlerini ortaya çıkardım. Tam ikinci torbayı elime aldım ki bir sakillik var; Botumun içine soktuğum kağıtlar parça pinçik olmuş ve bütün torbanın içine dağılmış. "Hayırdır inşallah" demeye kalmadı ki bir minik fındık faresi kendini botun içinden yere dar attı (orası meğer onun eviymiş) . O attı da, ya ben ne yaptım sandın? İlk defa sağa doğru 3 basamak zıplayabildiğimi ve aynı anda da çığlık atıp, torbayı fırlatıp, telefon edebildiğimi ilk o gün öğrendim ben. 
Hatırladın mı böcek görüp evi terk edip, apartmanı velveleye veren o kırmızı rujlu kızı? 

"Banu hanım niye sinirlendin yine, nolcak küçücük hayvan yiyecek mi seni?" derdin şimdi sen bana yine. (Her müzmin Apartman Görevlisi gibi Ahmet bey de bana BANU derdi. Sanırım Ahu adı dini bütün Türk erkeklerinde baldır bacak, sarı tiftik şuh saçlar, bal dudaklar gibi şeyler hatırlattığı için bu şekilde hitap ederek namusumu koruyorlar !!!)

Fare dedim Fareee Ahmet Beyyy...
Sen beni 'Yeşil Yol' filmindeki John Coffrey, evdeki fareyi de Mr. Jingles mı sandın?
Bende üflenerek yiyecek burun var mı söyle bana?
Ya da fobilerime fobi katacak bir tip?


John Coffrey & Mr Jingles



Mr Jingles / Green Mile filmi

                                                                  
Bir çok şeye alışabilirim belki ama, bunların arasında asla bir Fare yok!

Bu çizgi filmlerde bize yumuşatılarak sunulan süper sevimli surata sahip hayvanın, ne boklar yediğini biliyormuyuz biz; yok kuyruğunun geçtiği yerden geçebilmek, yok efendim havada, karada suda yaşamak, üstüne zeka konusunda sürüngenlerin topuna kafa tutmak, hız, oburluk, üremede sınır tanımamak ve kemirmekten kendini alamamak....

Benden üstün bir hayvan ister miyim ulan kendi evimde ben?

Hemen Kırmızı Alarm moduna geçerek, Ekspress İlaçlamayı aradım. ( 6 ayda bir evi hem böcek hem de fare için ilaçlattığım firma) 

"Yusuf bey, Dereköyden Ahu ben, müsait misiniz?
"Aa Ahu hanım buyrun , tabii"
"Evi ilaçlatmak istiyorum yine"
"Olur tabii ne zaman yapalım?
"Yarım saate olur mu? Kırmızı Alarm verdik!!!"
Olayın bir 'Suriphobia' (Fare fobisi) durumu olduğunu anında çakan Yusuf bey (bir nevi beyaz gömlek,kumaş pantolon giyen süper kahraman), "Hemen geliyorum" dedikten 45 dakika sonra evdeydi. 

Şimdi kendine böyle bir meslek seçmiş insana, birçok kişiden daha fazla saygı duyduğumu söylememe gerek var mı bilmem ama Yusuf Bey'in Bodrum yaşamımda bende yeri ayrıdır.

Jilet gibi kıyafetiyle, tam dediği saatte eve gelip, bu sinsi hayvanın bütün davranış modellerini yalamış yutmuş biri olarak, olay mahaline ve gerekli bütün noktalara yemleme ve ilaçlama yaptıktan sonra 15 gün sonra kontrole geleceğini söyleyerek ayrıldı evden. 

Bilmiyorsanız söyleyeyim, yapışkan bantlar, peynirli ikonik tuzaklar, zehirler falan yalan dolan. Çağırıyorsunuz bu adamları, siyah plastik kutular içine yerleştirilmiş, fareyi anında öldürüp, kutunun içinde kurutan techizatı yerleştiriyorlar ve arada gelip kontrolünü yapıp, ölüleri atıyor yenisini yerleştiriyorlar. Sizi bilmem ama ben ölü diri bu hayvanla karşılaşmak istemediğim için veriyorum parasını, kulaklarım burnum ve huzurum tam takılıyorum evimde. 

PS. Express ilaçlama için benden telefon isteyebilirsiniz:)





















17 Kasım 2015 Salı

Bir kadını heyecanlandırmanın yolları!

Geçen gün erkek arkadaşım,
"Eee heyecanlı bir şeyler yaptın mı bakalım? diye bir soru sordu
"Odun aldım..."

(2 saniyelik ilişki sorgulama sürecinden sonra)

"Ahu, insanlar normalde odun alınca heyecanlanmazlar!"
"Ahmet sence köy adında bilinmeyen bir organizma sinsice bünyeme sızıp beni gebe bırakmış olabilir mi? Sanırım dönüşüyorum..."
.....

Acaba Bodrum'da ilk kışımı geçirdiğim geçen sene, ısınma ile ilgili hiç bir önlem almadan çat diye giriş yapıp, klimaya kaldığım, sonra odun almak istediğim zaman da
"Abla yağmur yedi bunlar. Almasan daha iyi" ile karşılaştığım ve kendimi en ıslak odunla döverek cezalandırmak istediğim için olmuş olabilir mi bu karmaşa?.

Bak Emerson ne demiş "Hiç bir büyük iş heyecansız başarılamaz"...

Eee benim için de bu odun alma işi oldukça büyük bir prodüksiyon olduğuna göre, aşırı coşkulu halimi korumadan bu işin üstesinden gelemezdim büyük ihtimalle.

Gümüşlük'te bulunan oduncudan 1 ton odunu alıp, evin dışındaki taş duvarın üzerine, naylonlayarak istifledikten ve bir kısmını da salondaki nişe dizdikten sonra gözümü başka heyecanlara diktiğimi söyleyebilirim hatta.





Mesela salon çatısının izolasyonu söz konusu olduğu zaman adrenalin bütün vücudumu ele geçiriyor ya da şöminenin bacasını onartmak dediğiniz zaman hafif bir histeri krizinin tüm semptomlarını gösterebiliyorum.

Heyecan tam olarak ne demektir diye benim gibi siz de merak ettiyseniz, psikoloji bu durumu;

"Kişinin olanakları aynı kaldığında, güdülenmesi artarsa heyecan meydana gelir. Altından kalkılamayacak olaylar karşısında da heyecan duyulur. Yani heyecan kişiliğin uyum sağlamadığı durumlara karşı gösterilen bir tepkidir" diye cevap veriyor.

Evet itiraf ediyorum burada bazı şeylerin altından kalkamıyorum ve yapılabilme ihtimali bile beni aşırı heyecanladırıyor...

.......

Tek başına yaşamak bir çok insan için hele ki bir kadınsanız baş etmesi zor bir durum olarak görülebilir. Aslına bakarsanız ben bugüne kadar bu işi hayli iyi bir seviyede götürdüğümü söylemek zorundayım.

Üniversite hayatıyla başlayan bu yalnız yaşama hali, üniversite sonrası aile evinde yaşayamamakla birlikte ilk temellerini atmış oldu benim hayatımda. İzmir'de tuttuğum ilk fakirhaneden sonra yavaş yavaş ve gelişerek 15 sene boyunca İstanbul'un çeşitli semtlerinde tutulan ve yaşanan evlerde en iyi versiyonuna ulaştı. Ama gel gör ki şehir hayatında, bir apartman dairesinde tek başına yaşamak, burada yaşamakla kıyaslandığında oyun parkında oynamaya benziyor.


Şimdi diyeceksiniz ki "Abartma gören de seni bir ormanda tek başına survive ediyorsun sanacak"

Diyebilirim ki bir tık uzağındayım...

Bakın şimdi şehirde tek başına yaşayan kadın olarak;
Sabah doğal gazın kucak kıvamında ısıttığı evinizde gerinerek kalkarsınız, hafif bir kahvaltı yapar ya da iş yerinde tost söylemek üzere bu basamağı atlayıp, giyinir ve taksi dolu sokaklara atarsınız kendinizi. Hafif bir bekleyişten sonra ya taksiye ya da arabanıza atlar işinize koyulursunuz. Tempoyu sizin ayarladığınız bir günün sonunda, ya bir arkadaşla buluşur ya da evinize dönersiniz. Akşam yemeğinde canınız o gün ne yemek istiyorsa, 'eve servis restoranların' broşürlerine göz gezdirir, en uygun olandan yaklaşık 30 dakika sonra evinizde olacak şekilde sipariş verirsiniz. Yemek işi bittikten sonra yatmadan önce biraz takılır ve bir sonraki güne hazır olursunuz. Evin dağınıklığı ya da temizliği o anda kafanızda bir sorun değildir çünkü Cuma günleri zaten Fatma abla geliyor ve evinizi temizleyip, ütünüzü yapıyordur. Bu kadar alışık olduğunuz bir düzenin içinde de 'Yeni biriyle tanışmak', 'Erkek arkadaşınızla program yapmak', 'tatil programı yapmak', 'İşinizde terfi almak', ya da ne bilim işte hep heyecanlandığınız 'O' şeylere heyecanlanarak normal bir insan olarak yaşama şansı cebinizde kalır.


Bende durum biraz daha farklı:

Sabah kalk, köpeğe yemek ve su verip biraz takıl. Bisiklete atlayıp (tek ulaşım aracım) yakındaki markete git ekmek ve sigara al. Kahvaltı hazırla ve ye. Bilgisayar başına geç, öğlene kadar çalış. Öğlen yemek olmadığı için mutfağa in ve dolapta ne varsa onlardan bir şey üreterek yemek yap. (sipariş vermek burada söz konusu değil). Çamaşır yıka, bir önce yıkadıklarını ütüle. Evi temizle. Ev silinince temizlenen bir zemine sahip olmadığı için beyaz olan mutfak, antre ve merdivenleri boya. Bahçe sula. Ev için alışverişe git, öğlenden hala yemek varsa onu ye ya da en iyisi bir salata yap gitsin. Biraz Tv seyret ve uyu  .... ( Haa burada dağınık ve pis olmak gibi bir seçenek daha var ama bende çalışmıyor)

Bu rutin yetmedi mi o zaman kış gelmeden önce dışarıya ait olan yastıkları naylonlayıp kaldır (Tabii önceden almış olduğun naylonlarla) . Şöminenin içindeki külleri temizle, yabani ot saldırısına uğrayan kullanılacak yerlerdeki otları çapala ve yol. Bahçe masasını temizle ve öndeki alanı süpür ve yıka. Kapının önü çok pislenmiş hadi oraya da bir iki fırça boya at. Bahçendeki dut ağacını budayıp evinin önüne atan Aydemin bıraktığı pisliği temizletmek için belediyeye ulaşmaya çalış, başarama. O dalları kesmenin bir yolunu düşün (hala bulama), Eski duşakabinin silikonları eridiği için hırdavatçıya git silikon ve aparatlarını al (yapmak için bir türlü elin gitmesin), kış geliyor üst kattaki pencereleri kapatıp, bütün çevresini bantla ki kışın kıçın donmasın, köpeğin tasmasını kopartıp dışarı çıkmış ve komşunun horozunu boğmuş. Köylü onu vurmadan veya zehirlemeden önce, hadi bir koşu hırdavatçıya git ve uzun bir zincir al onu bağlamak için.
Tam çiçeklerin budanma zamanı gelmiş, kaçırma ve gülü ve diğerlerini budamaya çalış. Haa bu arada Bodrum'da halletmen gereken işler için birazdan dolmuş gelecek, oyalanma yüzüne iki bir şey sür ve koşarak evden çık. Hay allah mutfak borusu patlamış, o gün içinde gelebilecek bir tesisatçı için konu komşuyu ara. Bulana kadar susuz kal. Ohh bu da halloldu ama bisikletimin lastikleri niye inik? Markete artık yürüyerek git. Bisikleti tamir ettirmek için en yakında gelecek arabalı ve seni çok seven birini bekle ( 4 ay beklendi ama değdi). Salondaki koltuğa kurum gelmiş. Sil daha da dağılınca koltuk yıkamacı ara. Yıkamacı gelip her tarafı sular içinde bıraksın, dün temizlediğin evi bir daha sil baştan temizle...






"Köyde yaşamayı seçince, hiç bilemiyorum yürüyüşe çıkmak mı, yoksa hiçbir şey yapmadan evde oturmak mı daha sıkıcıdır?" demiş Bernard Shaw 1893'te yazdığı 'Mrs Warren's Profession adlı oyununda...

Bırak o kadını, gel de benimle takıl Bernard, bak bakalım sıkılacak zaman bulabiliyor musun ya da yürüyüşe çıkmaktan bunalıma girebiliyor musun?

Diyeceğim o ki eğer Bodrum'da bir köy evine taşınmak istiyorsanız;

- Evli, arabalı, paralı ve sabırlı olmaya öncelik verebilir ya da benim gibi her şeye rağmen yaşadığınız yerin, doğanın, sabah kalktığınızdaki duygunuzun muhteşemliğine şükredip ota boka heyecanlanırsınız:)))



Sevgiliye Not: Beni nasıl heyecandan tirtir titretebileceğin yazının içinde gizli, kırıntıları takip et:)

Anneye Not: Sen olmasan bunların hiç birini yapamazdım. Net...

 












15 Ekim 2015 Perşembe

Burnunuzun Dibindeki Katil

Evet Televizyon izliyorum.
Ve Evet Türkiye'deki her 5 kişiden 4'ü gibi ben de sadece Belgesel izliyorum!

Yani bana da yurdumun geri kalan 50 milyon insanına da sorsanız, hepimiz karadelikleri, solucan deliklerini, dünyanın olası sonunu, katil beyazın meraktan ısırma huyunu, timsahtan ve aslandan kurtulan efsane bufalo yavrusunu, bir çitanın 2 saniye içinde 70kmye ulaştığını, katil hayvanların %95'inin Avustralyayı mesken tuttuğunu, Alaska'da nasıl hayatta kalacağımızı, yolculukları kabusa dönen zavallı insanları, Amerikan Koleksiyoncuları Mike ve Frank'in en son hangi çatı katından, hangi eşyayı ucuza indirdiklerini, ırmaklarda yaşayan canavar balıkları, Anthony Bourdain'in Mexico City mutfağında ve politikasında neler keşfettiğini ve Houston Hayvan Koruma Polisinin sallapati havyan sahiplerinin nasıl ensesine bindiğini bir çırpıda söyleyiveririz size...


Şimdi bu bilgilere bizim gibi siz de sahip olmak istiyorsanız adres olan kanallar belli :NatGeo, NatGeoWild, Discovery, History, Animal Planet, vs

Ama bütün bunların dışında bir tanesi var ki, işte o benim favorim. IDX ((İnvestigation Discovery Extra) ... Ölümcül Kadınları mı arıyorsunuz, Bataklıktaki Cinayet Dosyalarını mı merak ediyorsunuz, Burnunuzun Dibindeki Katil ne durumda bu arada?



(Eğer Başlangıç Seviyesindeyseniz, Angela'nın Mutfağı ya da Köpeklere Fısıldayan Cesar Millan ile başlayarak bünyenizi hazırlamanızda yarar var)
------------------

Ben bu kanala yaklaşık 2 sene önce sardım. Tahmini zamanlamam 'Gezi Olayları'yla aynı tarihlere denk geliyor. Gerginliğini atmak isteyen normal insanların, arka fona hafif bir müzik koyup, mumları yakıp, ılık süt içip uyuduklarını duymuştum!

Ben farklı bir yol izlerim: Eve gelip, elimdekileri koridordaki koltuğa bırakıp, bir kadeh şarap koyup, 186. kanala basıp IDX'e bağlanıp, huzurla uykuya dalarım...



Bundan 3 ay önce annem bana kalmaya geldi. Yemeğimizi yedikten sonra televizyon katına çıktık. TV'yi açtıktan sonra, her annem geldiğinde yaptığım ve asla haz almadığım çay demleme operasyonunu gerçekleştirdim. Çaylar önümüzde, kanal 186'da. Bir seri katilin kasabada nasıl terör estirdiğini izliyoruz.

Annemde hafif kıpırdanmalar, rahatsız hareketler derken, ilk soru benden geldi:

"Rahat değil misin? Sana yastık falan getireyim mi?"
"Yoo, rahatım" ( bu cümle rahatsızlığını nasıl söyleyeceğini bilmeyen insanın zaman kazanma cümlesidir)
"Eee niye o zaman huzursuzlandın?"

Annem, en anne bakışlarını gözlerine takınıp, sesini öğretmen tonuna aldıktan sonra:
"Ahu bir problemin mi var senin? Neden bu tip şeyleri seyrediyorsun?" diye soruyu patlatıverdi

Yaptığımın über doğal bir hareket olduğundan emin olduğum için,
"Yoo niye bir sorunum olsun, hoşuma gidiyor bunları seyretmek. Bir sürü şey öğreniyorum. Mesela biliyor musun eğer öldürmeden önce '....' ilacını şırınga edersen ölüm saatini bulamıyorlarmış..."

İyice ürperen annem,
"Bu tip şeyleri niye öğrenmek istesin bir insan? Korkutma beni, aaaaa..."

Geçmek bilmeyen 1-2 dakikadan sonra, konuyu faili meçhul bırakıp, annemin istediği gibi devlet meselelerini tartışamayan, tiz sesli adamların katıldığı bir programa bağlandık o gece...

-------

Ben üzerimdeki şüpheli gözleri görmezden gelerek, süje (bilgi arayışında olan bilmek isteyendüşünen arayan varlık) pozisyonumu korumaya devam ettim geceleri. Ama aklıma da takılmadı değil hani annemin sorusu.

"Lan acaba gerçekten bir sorunum mu var benim, niye bu kadar huzur veriyor bu belgeseller bana?"
"Sen sus üstben"
"Sen cevap ver bilinçaltı"

Cevap basit! Adalet arıyorum arkadaş ben...

Kendi çevremde bulamadığım o güzelim kelimenin hakkını verenlerle takılmak istiyorum. Ohaio şerifiyle ya da Wyoming polisiyle mesela...

Kasabada biri mi kayboldu, hoop toplanıyor bütün halk, düşüyor yollara. Polis önde bunlar arkada o kayıp insanı bulana kadar pes etmek yok. Ölü ya da diri, kaçıran manyak bulunup, paketlenip hapise.

- 79 yılında bir kız mı öldürülmüş, o zamanki teknoloji katili yakalamaya yetmemiş mi, 2003 yılında tekrar koyuyor masaya, rafa kalkan dosyayı. Patlatıyor DNA testini, buluyor adamı, çakıyor müebbeti.

- Kocasını sigorta parası için öldürmüş mü kadın, en hummalı takipler, savcılarla işbirlikleri derken, kadını iş üstünde yakalayıp, affetmiyorlar 'ama ben'lerini...

Eee bunlar benim garibime gidiyor tabii, bildiğin uzay gibi, UFO gibi bu adalet denen şey.

*Bak bize Seri katil bulamazsın. Hatta Seri Katilleri bile kızdıracak kadar ilkesiz öldürürüz biz: Bir seferde, topluca, bir meydanda mesela

* Nadir olmaz bizde 32 yerinden bıçaklanıp sokağa atılmış kadın. Bir de korkusuzca, sokakta ahalinin önünde yaparız ne yapacaksak, ulu orta... (Osmanlı torunuyuz lan biz, karı gibi gizli gizli mi öldürecektik)

* Faili Meçhul bizde daha çok kayıp bir Anadolu yemeğinin adı gibidir. Kimse tam olarak bilemez kimin meshul olduğunu içerikten.


"İşte tam da bu yüzden seyrediyorum ben bu belgeselleri (Ohhh be).
İnsanların kayıplarının üzerine kafa yoran yetkililer ve asla davayı kapatmayan bir adalet olduğunu bilmek bana huzur veriyor. İnsana verilen değerin, 3-5 hasta insan tarafından bozulmasına asla izin verilmeyeceği ve ne pahasına olursa olsun o acılı insanlara en azından KATİLİ bulduklarını haber veren polislerin suratındaki ifadeye bayılıyorum ben. Bu ülkede asla yaşayamayacağımızı anladığımız o sahiplenme hissi (ölsek bile) bana nefes aldırıyor.

Belli ki bu kanal yayına devam ettiği ve bu ülkedeki Adalet sistemi düzelmediği sürece ben her gece uyumadan önce Nevada Emniyet Güçleriyle devriye gezmeye devam edeceğim!...











8 Eylül 2015 Salı

Anne Biz Uygar Mıyız?

"Anne, biz uygar mıyız?"
........

İster 4 yaşında olayım, ister 40 bu sorunun cevabı hep dolambaçlı;

"Aslında öyleydik sanki ama son yıllarda ne bilim değiliz galiba ama yeni nesil var belki bir umut olur mu acaba..."
Velhasıl bir cümle bu kadar amalar, acabalar, belkiler barındırıyorsa bekleme yapma, devam et. Seneye yine sorarsın!

......
Annem bu baharda birikmiş bütün parasını Gümüşlük'te harika bir sitede ev alarak değerlendirdi.
Site; Gümüşlüğü tepeden gören, efsane gün batımına ortak olmuş, deniz manzaralı, ortak havuzlu, bakımlı, çoğunu yabancıların aldığı 3 farklı ev tipinden oluşuyor. Havuzlusu var, malikanesi var, bir de bizim gibi bütçesi kısıtlı olanlar için daire şeklinde olanlar var. Ama daire sizin bildiğiniz şehirli dairelerden değil tabii; Bahçeli...






Neyse biz bu evi yine Fethiye'ye taşınmak için satan dünya tatlısı İngiliz bir çiftten satın aldık. Ev pırıl pırıl, site cillop, komşular enternasyonel, yönetim ingilizce mail atabilen tipler... Sanırsın medeniyetin beşiğindeyiz.
Annemin tek sorunu ingilizce yapılan site kurul toplantıları (Onun da sil üstünü, kapı gibi kızı var yıllarca para verip okuttuğu)

Her şey ne kadar toz pembe değil mi?
Aynı Türkiye'nin Turizm Tanıtım videoları gibi (Sizi bilmem ama ben o videoları her sene seyredip, orada yaşamak istiyorum!!!) www.youtube.com/watch?v=FdsKn3v33o8

...

Bugün annem sinirle evime gelip elindeki 1 aylık su faturasını gösterdiğinde (aylık 450TL), boynumu hafif büküp, güneş gözlüklerimi çıkartıp Horatio Cane'e bağladım (CSI Miami dizisindeki rolüyle David Caruso)

"Atla arabaya Anne, Olay Yerine gidiyoruz"
"Ne diyorsun sen?"
"Olay yeri diyorum, site yönetimi, acil diyorum, bu ne diyorum..."

Uzatmayım, biz 10 kişiye bedel anne-kız arabamıza atlayıp, soluğu en hızlısından site yönetiminde aldık. Hemen yönetimdeki adam ve karısına sorularımız sormaya başladık.
Aaa aaa o da ne?
Bizim oylarımızla seçilmiş, maaşını ödediğimiz adam, koltuğunda kaykılmış bize kafa tutuyor!

"Beyfendi ayda 60 ton su harcamak mümkün mü? Sitede gizli hamam açsak, mailingi size yaptırmaz mıydık, bir kerelik bedava kese kuponu vermez miydik?
"Bir sorun var, nasıl çözeceğiz bu durumu?
"Burada böyle, su pahalı, harcamışsın demek, istemiyorsan git..."

Sanırsın adam Davos'ta...

Paralel Evrene suç atmadan hemen önce, şaşkınlık ve cinnet geçirerek çıktığımız yönetim ofisinden sonra soluğu hemen, her demokratik ortamda olduğu gibi sitedeki diğer insanlarla irtibata geçerek alıyoruz. Belki biz yanıldık. Bir anket lazım. İkinci hatta üçüncü görüş lazım.

Saat 18.00 - Sitenin eskileriyle masada, yönetimi tartışıyoruz!

Bana deseniz ki Türkiye'nin küçük bir maketini yapmanı istiyorum; içinde 45 ev olsun, Avrupalısı, Kürdü, Azerisi, Türkü...
Derim ki, "Yaa ne şanslı gününmüş, başka bir şey isteseydin keşke...Al işte burada yapılmışı var"

Masada ODTÜ'lüsü, Mimar Sinan'lısı, Şehir Planlamacısı, Heykeltraşı...
(%10'un %5'i orada neredeyse)

Biz yaşadıklarımızı anlatıyoruz: Adamın kabalığı, yönetimdeki boşluklar, su paraları, güvenlik sorunu... Değişmesi lazım diyoruz. Bir sorun var, çözülmeli diyoruz.

Cevap:
"Ahh biz neler çektik, hırsızı geldi, daha kabası geldi. Bunlar en azından ÇALIŞIYOR, görmezden gelin"

Ahh canım ülkem nohutla besleneni de aynı, somonla besleneni de...

"O ne demek beyefendi? O zaman siz diyorsunuz ki bize kötü davranıyorlar, bölüyorlar, demokrasi elden gidiyor ama en azından yol yaptılar!!!"

"Yani..."
"Yani kabul et, sus, otur diyorsunuz. Öyle mi?"
"ehhh, değil de, ne bilim, ne yapmak lazım...?"

Ne mi yapmak lazım? DUR demek lazım.
Hizmet etmek için seçilmiş, hizmeti karşılığında benim cebimden maaş alan insanların, demokratik, çalışkan, sorumluluk sahibi, çözüm üretebilen, kibar, konuşmasını, tartışmasını bilen ve işini yapan insanlar olması lazım. Yapmıyor mu?

GİTMESİ LAZIM ARKADAŞ!

(Bu yazıyı hiç bir büyük düşünüre bağlamayacağım çünkü onlar bu durum için söylenecek sözleri yüzyıllar önce söylemişler, şimdi onlara bağlanıp, kendimizi küçük duruma düşürmeyelim. Öyle değil mi ama?)














27 Ağustos 2015 Perşembe

Beyaz Adamın Ağustosu

Ağustos ayının ve Bodrum'daki yaşamının 1 senesinin sonuna gelmiş biri olarak konuşuyorum bugün!

Vay arkadaş hayat ne garip, ben bile Bodrumlu oldum sonunda...

Nasıl mı anladım?

İstanbul'da yaşadığım dönemlerde, Ağustos ayı geldiğinde annemle yaptığım konuşmaların üzerinden geçtim geçen gün.

"Anne nasıl oralar?
"Valla rezalet, yanıyor ortalık, kalabalıktan evden çıkmıyorum"
"Nasıl yaa? Denize gitsene..."
"Ayyy ne denizi. Evden çıkmıyorum, bir tek akşamüstü bahçeyi suluyorum"
"Yok artık sen de iyice şımarık oldun. 2 adım sonra deniz var ve girmiyor musun? Biz burada metrobüse binip, trafikte debelenelim, bir de akşam balkonsuz evimizde, karşı komşuyu seyrederek var olmaya çalışalım, sen orada cennette evden çıkma!!!"
"Ayy ben bilmem, ben Bodrum'un kışını seviyorum, bir an önce gelse de rahatlasak"

dıtdııtdııııttt ( telefonu annenin suratına kapatmak isteme efekti)

Bu diyalog yaklaşık olarak 7 sene boyunca kelimesi kelimesine aynı olup, her Ağustos ayında annemle düzenli yaptığım telefon görüşmelerinin zihinde kayıtlı halidir. Ben nöbetçi eczane tadında, İstanbul'u beklerken ve küçük pencereli Nişantaşı apartmanlarından birinin en üst katında sıcaktan ve programsızlıktan delirip "Ünzile acaba kaç koyun ediyor" diye hesaplamaya çalışırken yaşanmıştır.

(Aynı anda da annem, ortakentteki Dolunay adındaki müstakil evli, havuzlu ve eğlenceli sitesinde Ağustos ayından şikayet etmektedir.)

"Don't Judge Me Until You Wear My Shoes" diye bir anonim söz vardır yabancılarda. Anlamı "Benim ayakkabılarımı giymeden beni eleştirme" yani benim yaşadıklarımı yaşamadığın sürece ve aynı noktada olmadan sakın beni eleştirmeye kalkmadır.

Ne doğru lafmış!

Ben ne zamanki Bodrumlu oldum, kendimi dandik bir western filminde beyaz adamların istilasına uğramış topraklarını savunmaya çalışan kızılderili olarak buldum.

"Dur beyaz adam, hepimiz kardeşiz, doğa olmazsa hiçbirimiz olmayız"
"Nhhhahaaahh, sen ne bilirsin, çekil kenara, ben en pahalı balığı yiyip, pet şişe atacağım daha su boylarına"
"Yapma bak büyük ruh, ulu manitu,..."
"Ne ruhu ne manitusu, sen manitadan haber ver..."

Arkadaş meğerse bu Bodrum'da yaz kış yaşayaların bir bildikleri varmış. Kışın cennet olabilen o ender yerlerden biriymiş Bodrum; 1 haftalık tatilci kafasıyla anlamanın mümkün olmadığı, hele ki yaz insanıysan şiddetle karşı çıktığın bu olgunun anca buranın kışını yaşadığın zaman çatırdadığı yermiş.

Nasıl yaa? diyeceksniz

Öncelikle buraya yerleşen insan, geçmişinde ne kadar büyük şehir olursa olsun bir anda sahil kasabalısına dönüşüyormuş. Doğanın, ucuzluğun, konforun, basitliğin, yerelliğin tadını aldıktan sonra, eskiden gittiği beach clublar, pahalı restoranlar, barlar, oteller yerini akşamüstü bahçedeki ortancanın boyunu ölçmeye, makul mangallarla ev ortamında beslenip, insanlar çekildikten sonra suyla temas etmeye gidiyormuş.

Neden mi? Bütün mesele gelişen Tad Alma Duyusu!

Doğasına dönen insanın, kaliteli yaşama bir kere dilini sürdükten sonra whopper menü yemek istememesi gibi bir şey.

Ben de aynı sendromdan muzdarip biri olarak, geçtiğimiz ayı (şehirlilere şımarıklık olarak gelecek şekilde) , evimin üst katındaki klimalı odamda, bütün günümü geçirip, sadece akşam olduğunda bahçe sulamak için dışarı çıkıp, bütün tatilci arkadaşlarımdan gelen deniz ve bar tekliflerini uygun bir dille reddedip, neredeyse Bodrum'un düştüğü hale üzülerek geçirdim.

3 gün sonra gideceğini bildiği için denize poşet torba atan, bilmediği yollarda araba sollayıp, marc jacobs çantasıyla pazarda pazarlık yapıp, otoparklarda fiyatları artıran umarsız Beyaz Adam evine dönene kadar, biz Bodrumlular yükseklerde ateş yakıp, kışı bekliyor olacağız, bütün şehirlilere duyurulur!...