9 Aralık 2014 Salı

Nur İçinde Yaşayalım!

Sıkılma eylemini bana tanımlayabilir misiniz?

1-Yapacak bir şey bulamamaktan dolayı, bunalıma girmek, daralmak.
2- Var olan hiç bir şeyle mutlu olamamak; varlık içinde yokluk çekmek
3- Yalnızlık hissiyle baş gösteren haliyet-i ruhiyede boğulmak
4- Bir sonraki aşaması depresyon olan isteksizlik illetine kapılmak

...
Bir süredir yazamadığım için bir çok kişiden mail ve telefon aldım bu aralar. Hepsi de aynı şeyi merak ediyordu:

"Hayırdır, yoksun ortalarda. Sıkıldın mı yoksa?"
"Yok yahu, başka şeylerle meşguldüm...."

Bu sorunun birden fazla versiyonuna maruz kalınca; "Ahu acaba sıkılıyor musun gerçekten?", "Bu insanların bir bildiği var da senden mi saklıyorlar" tribine girerek, irdeleme operasyonuna giriştim.
Üşenmedim, 'Sıkılmak Nedir' diye kafa yorup, cevaben de aklıma yatan yukarıdaki 4 endikasyonu sıraladım.

Sonuç: İnanmazsınız 4'te 0 ile ben bu testi başarıyla geçtim.
(Geçen sene sormuş olsaydınız, ağzımın içine soktuğum namlu ucunu çıkartarak, size 4'te 4 diye cevap verebilirdim)

Aslında biliyorum, Bodrum'un en hareketli ve güzel zamanında, tez-canlı bir taşınma yaşayan, tek başına bir kadının, kış gelip, herkes elini eteğini çektiğinde nasıl hayatta kalacağını, pişman olup olmayacağını, kışın kendini nasıl eyleyeceğini merak ediyor herkes...

....
Rahat olun dostlar!

Burada sıkılmak oldukça lüks bir eylem. Mutsuzluk ise kesinlikle buranın doğasına yaraşmayan bir ruh hali. Eğer benim gibi biraz topraktan hoşlanan biriyseniz (-ki bu sevgim de burada ortaya çıktı) bütün gün kendinizi oyalayacak şey bulmak oldukça kolay. (şimdi köylülerin elektriksiz-susuz ve instagramsız nasıl yaşayabildiğini daha iyi anlıyorum)...

En önemlisi, buranın kışı sizin bildiğiniz kışlardan değil. Hava hala ılık ve güneşli. Kış olduğuna dair tek kanıt, şiddetli yağan yağmurlar. Ama onun bile harika bir raconu var; öyle istanbuldaki gibi "Grinin 50 Tonu -50 shades of Grey" psikopatlığında takılmıyor. Akşam çılgınca yağıp, sabah yerini güneşe bırakıyor.

Aralık ayında güneşle kalkıp, tişörtünle bahçede takılmak nasıldır bilir misiniz?
Kendini ayrıcalıklı ve sağlıklı hissediyorsun. Enerji ibren her daim üst seviyeleri gösteriyor. Hele ki benim gibi 'Yaz İnsanı'ysanız ne anlattığımı daha iyi anlarsınız.





















Sabah horozun uygun gördüğü saatin üzerine 4 saat daha ekleyip, güne başlıyorum (8.30). Bahçeye çıkıp, biraz gerinme, biraz şükürden sonra kahvaltı faslı geliyor. Evi derleyip, toplayıp güne hazırladıktan sonra bahçede yabani otları yolma ve biçme gibi işler geliyor. Bakıyorsun bir çiçeğin açmış, ya da bahçede daha önce görmediğin bir bitki çıkmış, basıyorsun mutluluk çığlığını. Herkesle paylaşmak istiyorsun o anı. Ne garip değil mi? Hayatım boyunca varlığından haberdar olmadığım doğanın en ufak hareketi ile dünyanın en mutlu kadını olabiliyormuşum meğer ben. Sonra kendi işlerimi yapmak için bilgisayar başına oturuyorum. Senelerdir yaptığım işe bile bir heyecanla yaklaşır oldum. Keşif kafası hayatımın her alanına yayıldı sanki. Yemek yap, ye falan derken gün nasıl bitti çoğu zaman anlamıyorum bile.

Kış salonu ve takılma alanı

Çalışma yer ve hali

3 gün evden çıkmasan, sıkılmak aklına gelmiyor. Değişikliğe mi ihtiyacım var, atlayıp Bodrum merkeze gidip yürüyüş yapıyorum. Deniz kenarında bir çay bahçesine ya da kafeye oturup, denizle fingirdeşirken, bir yandan da kitabımı okuyorum.

Belki birilerine göre sıkıcıdır bu hayat ama yıllardır şehrin bütün nimetlerini en iyi şekilde sömürmüş benim gibi birini ancak tavşan deliğine düşmüş Alice anlar:)


Ne demiş Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Bodrum için:

"Burası engin göklerin memleketidir. İçten gelen bir türküyü kapıp koyuverin. Uzaklaştıkça, türkü gökte masmavi olur. Işık burada yalnız karanlığı aydınlatmakla kalmaz. Aydınlattığı maddeyi değiştirir ve bir şair rüyasına çevirir. Başka yerlerde ölüp nur içinde yatacağına, burada nur içinde yaşanır."

Nur içinde yaşayalım be ustam...



8 Aralık 2014 Pazartesi

Taze Metamorfoz

"Takvim düzeni herkes için aynı olsa da, zaman herkesin içinde başka türlü ilerler. " diye yazmıştı Murathan Mungan

Bende de başka ilerledi zaman. Metamorfoz sürecimin ortalarındayım.
(Metamorfoz : Bazi canlılar yaşamlarının farklı dönemlerinde, bulundukları ortamın şartlarına uyum göstermelerini sağlayacak fiziksel değişimler geçirirler. Bu farklılaşma sürecine biyolojide metamorfoz (başkalaşım) adı verilir.

Deri değiştiren yılanlar gibi, kıvrıla kıvrıla, en sakin halimle bulunduğum ortama uyum sağlayacak değişimler yaşıyorum. Yenileniyorum kısacası.

Neler mi yapıyorum?

Beni tanıyanların daha çok şaşıracağı ve sevineceği bir şey yaptım ilk adım olarak örneğin: Sigarayı bıraktım!
Eee, bu mudur yani bizi 20 gündür Taze Habersiz bırakmanın sebebi diye sorabilirsiniz?

Valla aslında bu.

Şimdi ben bu işe 92 yılında ilk sevgilim beni terk ettiğinde, üniversitede başladım. O kadar çok acımıştı ki canım, kendimi arabesk kanunlarına teslim ettim. 10 adıma , 5 adım genişliğindeki yurt odasında Taksi şöförü gibi, kolumu camdan sallandırıp, Sezen Aksu 88 dinleyip az Marlboro uzun ezmedim o yıllarda.
Ee, bu merete başladı mı kurtulmak kolay değil. Bir de severim ben içmeyi işin kötüsü. Bakın, bütün fotoğraflarımda, eşim gibi yanımda duran bir tek sigaram vardır yıllardır. Ya dudak dudağa, ya ufukta dumanlıdır bizim fotolar.

Son fotomuz

Tam 22 yıldır kıdemli içici olduğum için belli bir alışkanlık geliştirmiş bünye bana fark ettirmeden. Ben ne zaman ki bırakmaya karar verdim, bütün sistem 'error' verdi tabii. Fabrika ayarlarına dönmek
öyle tek tuşla olmuyormuş benim yaşlarda...

Mesela, tuvalet düzeniniz tamamen altüst oluyormuş. Oradaki düzensizlik de kronik bir mızmızlığa yol açıyormuş. Her sabah içmek için öldüğünüz Türk kahvesi ile karşılaşmamak için yolunu değiştirir oluyormuşsun ama en kötüsü elindeki boşluk, bütün hayatına yavaş yavaş nüfus etmeye başlıyormuş. Sabah yazmaya alışkın olduğum yazılarımı yazarken içtiğim 5 sigara olmadan ben bir hiçmişim. Sanki ben değil de yazma işini yapan oymuş.

"Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan, Keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam." demiş Özdemir Asaf. Benim hislerde o hesap.

Sevmekle, nefret etmek arasında sıkışan, zorluk dolu 1 ay...

Ve işte karşınızdayım. İlk defa bir şey üflemeden yazabildiğimi kanıtlamak için tekrar bilgisayar başına geçmenin garip bir hazzı varmış itiraf edeyim.

Bu kararı neden şimdi verdin? diye merak edenlere
Burada öyle bir oksijen var ve tabiat o kadar canlı ki, kendini öldürmek zoruna gidiyor insanın.

Daha önce hiç önemsemediğin hafif kokuları duyabilmek, denizden biraz önce çıkıp, tabağına servis edilmiş balığın tadını gerçekten alabilmek ve sabah kalktığında, dağlara bakarken kirlenmemiş olmak istiyor insan.

İşte dostlar, ciğerleri ak-pak olmuş, Bodrum Tazesi adına en yakışır halimle yine yeni yeniden sizlerleyim:)


13 Kasım 2014 Perşembe

En Ateşli Numara!

İllüzyon, duyu yanılsaması olarak bilinir.
"Gerçek bir nesnenin duyular üzerindeki izlenimlerinin yanlış değerlendirilmesidir." diye açıklar sözlük.

İçindeki bol 'l' ve çok noktalı harflerden olsa gerek, kendinden göz yanıltıcı bu kelimeye ve içeriğine ilgim büyüktür. İlk tanışıklığı Sermet Erkin'le yapan bir grup madur çocuk arasında olsam da, bazılarımız ilgimizi kaybetmeden, soğumadan, dirayetle Copperfield, Mandrake ve bugün Criss Angel'a kadar taze tutabildik beğenimizi.

Peki 'illüzyon' sadece o şovlarda mı var sanıyorsunuz?
Bir de Dereköy'e gelin o zaman....

Geçen gün etrafı keşfetmek için çıktığım bir yürüyüş sırasında, tam karşıma denk gelen evin sahipleriyle tanışma fırsatı buldum: Mehmet Amca ve Zeynep Teyze.

Samimiyet ve medeniyet Ege-Akdeniz köylüsünde sık karşılaşılan sihirli bir durumdur mesela. (Hamurda sihir var yani)

Evlerinin önünden geçerken kapıda karşılaştığım bu tatlı çift beni içeri kahveye davet ettiler. Olur mu olmaz mı, ay şimdi ayıp olmasın falan derken, paslı bir bahçe kapısından, toprak yol eşliğinde küçücük bir taş avlusu olan yine küçücük bir eve girdik. 3 metrekarelik taş avluya yerleştirilmiş, plastik sandalyelere oturduk. Avlu 4 basamakla çıklan evin giriş kapısının hemen önü. Evin salon kısmı oturduğum yerden görünüyor. Salon dediğime bakmayın, burası şehirlilerin 'hol' dedikleri yer kadar çünkü.

Mehmet Amca; Uzun boylu ve oturaklı bir adam. Belli ki gençken köyün yağızlarından biriymiş.
Uzun seneler elektikçilik ve köyün muhtarlığını yapıp, yakın zamanda kalbinde bir tekleme olunca, eve dönmüş. Bahçedeki taş fırını, lavaboyu ve diğer birçok şeyi elleriyle yapan kişi aynı zamanda.
(bkz. Evin Erkeği - Doktora Tezi)

Zeynep Teyze; Kısa boylu, hafif toplu, kırmızı yanaklı, sürekli gülümseyen bir kadın. Belli ki gençken köyün en güzeli değilmiş ama en pozitif ve maharetlisi olabilir. Hayat boyu evinin kadını olup, hala haftada 3 kere ekmeğini fırında pişirip, ektiği bostandan (domtesten, bibere, bamyadan, patlıcana) sebzelerini toplayıp, yemeğe dönüştüren kadın kişi. Tabii diğer ev işlerinden de o sorumlu (tavuklar ve ineklerin bakımı)

Sohbet sırasınca, neşelerinden ve  güleryüzlerinden  etkilendiğim (şapkasından tavşan çıkaran adamlardan daha çok) bu çifte sevgi dolu gözlerle bakıp:
"Yaa, canlarım yaaa... Bu kadar yokluğa rağmen, bak nasıl da mutlular. Ekmeklerini taştan çıkartıp, sarılmışlar birbirlerine nasırlı elleriye... Kıyamam ya, bak nasıl da kıkırdıyor hala kadın" diye içimden en şiirselinden üzülürken, Zeynep Teyze patlatıyor bombayı:

"Şu ilerideki dağın eteğindeki sınırı gördün mü?"
Ben elimi gözlerime siper yapıp, o çizgiyi görmeye çalışırken,
"İşte onun da ötesine kadar devam eder bizim arazi. Bereketlidir bizim buralar. Ne eksen çıkıverir. Ek sen de bahçeni"....

Vay anasını!!! Ne numara ama....

Sen daha bozuk parayı camdan geçirip, iskambil kağıdıyla ayna kırmaya devam et Criss, elin köylüsü sahip olduğu dağı yok etmiş, üstelik 'Para' kullanmadan beslenebiliyor, ısınabiliyor ve yaşabiliyor...
Yetiyo mu yeteneğin buna? Ha?

 -----
Hayatımın illüzyonuna şahit olup, eve döndüm.
Ben de bu 'Para sihirini' kendime uyarlamalıyım diyip, hemen kendime has bir numara peşine düştüm.

En mutlu halimle "Expecto Patronum" diye fısıldadıktan sonra Ta taaa:





'0' TL'ye mal olan bir bahçe şöminesi...
Bununla neler mi yapabiliyorum?

1- Bahçedeki kuru otları bir hareketle yakıp, yok edebiliyorum (izi kalmıyor)
2- Hava soğukken hissetmiyorum.
2- Ateş kenarında oturan herkesi mutlu edebiliyorum


Annem, dal parçalarına geçirip, pişirdiğim mantarları yedikten sonra ateş numaramı izlerken

Houdini ve karısı Bess'in 'Metamorfoz' numarası kadar etkileyici olmayabilirim henüz ama çalışmalarım devam edecek.
İzlemede kalın sevgili İllüzyon-severler...









6 Kasım 2014 Perşembe

Seni Özledim Y.S.

Seni deli gibi özledim Y.S...

"   Biliyorum, bu taşınma işi çok ani oldu ve sana yeni adresimi bile bildirmeden gittim. Ama zaten burada sen çok zorlanırdın. Neyse benim için herşey yolunda hatta inanmayacaksın hergün yemek yapıp, 3 öğün yiyen bir tipe dönüştüm. Eskiden hep seninle organize ederdik bu yemek işlerini; sen önerirdin, ben seçerdim ve yine sen sipariş ederdin. 
    
   Bazen öyle günler oluyor ki, canım bir anda 'Izgara Somonlu Noodle' çekiyor ama sonra fark ediyorum ki ne sen varsın ne de o restoran. Halbuki eskiden öyle miydi, ne zaman canım çekse hemen sen bana Wagamama'dan bir tane sipariş ediverir, yarım saat sonra da ben yeme halinde olurdum. Şimdiyse eğer canın çekerse, en yakın yeme tarihi ertesi gün akşam oluverdi. O da prodüksiyona gönlün varsa ve bütün malzemeyi alabilmek için 15 km yol gitmek, iştahını kaçırmayacaksa. Ee, bir de biliyorsun ellerin mahareti henüz damak lezzetine ulaşamadıysa o da ayrı bir sıkıntı. Sırf bu yüzden her akşam Gordon Ramsey ile Pratik Tarifler okuluna takılıyorum (TV'de bir nevi gurme açık öğretim)
   
   Neyse her şeye rağmen şikayet edemem; burada hayatım oldukça güzel ve sağlıklı. İnanır mısın her hafta pazara gidiyorum. Ama değiyor be... Bir görsen buradaki sebze ve meyvenin körpeliğini, işi bırakırsın. Hem de öyle İstanbul fiyatları değil. Senden sipariş verdiğim bir öğün fiyatına bütün haftalık erzakı tamamlıyorum inanmazsın. Malumun, 'Evlere Servis' mevhumu gelişmediği için diğer alışverişlerimi de, eve 1 km uzakta olan markete yürüyerek yapıyorum. Tabii kendim taşıdığım için öyle her kafama eseni alamıyorum ama olsun spor da oluyor bir nevi işte. 

Biliyor musun en kötüsü neydi sensizliğin, ilk başlarda bir kaç öğleni aç geçirmek zorunda kaldım.
Öyle atıştırmalıklardan da hoşlanmam hatırlarsın, ana yemek olmayınca ne yapacağımı şaşırdım. Seni düşündüm, hüzünlendim, hem de çok...

Ama herşey unutuluyor, sen bile! 
Şimdi sistemi kurdum. Artık yemekleri bir gece önceden hazırlıyorum. Bütün hafta ne yiyeceğimiz aşağı yukarı belli. Öyle 2 gün üst üste yemek de yok bak. Haa, bir de güzel yemek yapar oldum, şaşarsın. Sen varken hiç yapmazdım biliyorsun, sadece makarnayı kendim yapar, diğerlerini sana bırakırdım. Beni iyice tembelliğe alıştırmışsın fark etmeden Y.S...
Burada öyle 'Sabaha Kadar Açık' restoranlar da yok. Ahh ne çok yemişliğimiz vardır sabah 3'te Marmaris Büfelerden. Ama ne yalan diyim, gece yemeği olmayınca sporsuz da idare eder oldum şekil şemali. 
   
   Bak, sana geçenlerde yaptığım bir yemek fotoğrafını yolluyorum. Kim bilir kaça satardın sen bana şimdi bunu:)


Bu da mutfağım.




Neyse mektubumu tatlı ile bitirmek isterim. Orada kalan dostlara iyi bak. 
Kaynağın ve kaymağın bol olsun!

31 Ekim 2014 Cuma

Çekim Yasası Sen Çok Yaşa!

Bir kız arkadaşınız yeni bir eve taşındı. Ev hediyesi olarak ona ne alırsınız mesela?

Vazo? Fırın kabı? Kendini robot sanan mevye sıkacağı? Sevgilisiyle selfie'sini koyacağı çok bölmeli bir çerçeve? Sempatik ev aksesuarları? ...

O zaman ben kesinlikle sizin bildiğiniz kadınlardan değilim!

Hayatımda hiç bir zaman klişe ve sevimli şeylerden hoşlanan biri olamadım maalesef.
Çocukken bütün yaşıtım kızlar Barbie bebeklerini öpüştürürken, ben babaannemin Tercüman gazetesinden kazandığı dikiş makinesine sarıyordum.
Lise yıllarımda işin içine bir de erkekler girdi, ortalık iyice karıştı. O zamanlar erkekler hoşlandıkları kızlara en tüylüsünden ayı, fok, köpek ve bilimum hayvanların replikalarından hediye ederek, hislerini açığa vurur, bunlarla uyumanız suretiyle karşılık vermenizi beklerlerdi. (Zor Yıllar)
Ben daha çok bu hediyelerle uyumak yerine köpeğimize vererek, cinsel arzularını tatmin etmesine yardımcı olmayı tercih ederdim - Tamam terbiyesizce bir yaklaşım olabilir benimki ve erkek kardeşimin Hediye Karması'nda bir takım pürüzler yaratmış olabilirim ama her zaman estetik ve faydacılığa inanmışımdır-

Tekil Sempati

Çoğul Sempati

İtiraf et Anne, ya kalamarı denizde yüzen çembersi hayvanlar sanan, 'Aidat' kelimesinin bir uzakdoğu dövüş sanatı olduğuna emin, ağzından 'eşek' kelimesi kaçtı mı keçileri de kaçırıp kendini tokatlayan, Darwin'i bile "Ay ne maymunu canım, benim babam aslan gibi adamdır" diyerek Evrim Teorisinden soğutacak, hiç evrilmemiş bir kızın olsaydı, daha mı iyiydi?


Çekim Yasasına göre evrende her şey enerjidir ve her enerji kendisine benzeyen diğer enerjileri çeker. Yasa gereği ben ve benim gibilerle ördüğüm çevre ile bugün mutlu ve hediye konusunda oldukça şanslı günler yaşadığımı söylemek isterim. Taşındığım günden beri gelen hediyeler de bunun kanıtıdır:

1. Mangal, köpek kulübesi ve aparatları (Bülent; hem iş hem sokak arkadaşım olup, evimin ilk hediyesini de alan kişidir)






Bu size hafif mi geldi o zaman hemen sonrakine geçeyim: 

2. Bir Kamyon Mıcır ve el emeği göz nuru bir Zen Bahçesi (Emre; 10 sene önce bir çiftlik evine taşınarak, şehir hayatına kırmızı kart göstermiş yegane arkadaşım olup, toprak ve bahçe konusundaki bilgisiyle BBC'ye belgesel yapabilecek kıvamda takılan, aynı zamanda da hayatımda aldığım en pragmatik ve her geçen gün güzelleşecek hediyenin de sahibi)
(Pragmatizm: Felsefede uygulayıcılık, uygulamacılık, faydacılık, yararcılık gerçeğe ve eyleme yönelik olan, pratik sonuçlara yönelik düşünmektir)







3. Ahşap, nefis bir heykel (Ceren ve Mehmet Can Erdoğan; hayatımdaki en iyi dostlarım olup, beni benden daha iyi tanımalarından kaynaklı 'yüzen bir kadın heykeli' alarak evimin en değerli 2. heykelini hediye ettiler - Zaten 1.sini de onlar almıştı -)


4. Geleneksel, el yapımı bir Kore Maskesi ( Alp; İzmir'de gençlik yıllarından beri arkadaşım olup, uzun süreler görüşmediğim ama bu göz alıcı parça ile beni ne kadar iyi tanıdığına şaşırdığım, şaşkınlığımı da yine onun aldığı bir şişe Chivas ile geçirdiğim can)


5. Ev yapımı kırma zeytin, bahçeden toplanmış Nar, Roze şarap ve Eren'in elleriyle Ağaç gövdesinden yaptığı nihale ( Eren Ve Nihan yılın çoğu zamanını Bodrum'da geçiren, İstanbul'da çok az görüşmüş olsak da Bodrum'un tadını en çok çıkarttığım dünya tatlısı arkadaşlarım)

hediyeleri yiyip-içtiğimizden kendilerini koyuyorum

6. Her türlü şarap ve içki getiren arkadaşların listesi uzun olduğundan onlara girmiyorum bile:)

Ne demiş Emerson; "Sevdiklerimize vereceğimiz en değerli hediye, ne altındır, ne de mücehver. Yalnız kendimizden bir küçük parça"  (Çağdaş peygamber olarak tanınan filozof/din adamı)

Sana bu lafının üzerine Zen bahçemde bir rakı sofrası kurup, sanat eserlerimi gösterip, mangal yapardım Emerson ama dini meze yapar, tadımı kaçırırsın diye sadece tebriklerimi göndermekle yetiniyor ve bana olağanüstü hediyeler veren arkadaşlarımla hayatın tadını çıkartmaya gidiyorum...




28 Ekim 2014 Salı

Kış Modu Ayarı

Bir haftadır nerelerdesin diye sorarsanız, bir grup depresif Kümülüsün saldırısına uğradım!

Ben hiç kış gelmeyecekmiş gibi, plastik babetlerim ve atletimle takılırken aynı zamanda da İstanbul'da bere giymeye başlamış arkadaşlarıma, boy boy nazire fotoğrafları atarken, köşeden dönen gri bulutları görmemişim.

Doluya yakalanmadan 1-2 gün önce

Ne demişler: "Düz ovada yağmurdan kaçılmaz, ... "

Ben de kaçamadım!

Apartman katlarının bol merdivenli, yükseklerinde yaşarken, 'yağmur' benim için bir şemsiye ile önlem alabileceğim, dışarı çıkmadan önce trafik hesabına +45dk eklediğim ve bir de ayaklarıma bot geçirmem gerektiğini bildiğim bir doğa olayıydı.

İşte tam da bu yüzden, yakalanmadan az önce elimi kolumu sallaya sallaya evden çıkıp, yemeğe gittim. İsviçre'den gelen yelkenci bir arkadaşıma Yalıkavak Marina'yı gösterip, orada da bir şeyler atıştırıp eve dönerim planım, ilk gök gürültüsü ile 'Alabura' oldu (teknenin alt üst olması).

Gök gürültüsü nedir?
(1) şimşek ve yıldırım esnasında oluşan patlamaya benzer yüksek ses,
(2) Ahu'nun bahçede unuttuğu minderleri hatırlatan elektrik yüklü ses
(3) Araba alarmlarının düşmanı ses
(4) Yağmur servisinden hemen önce ikram edilen ses
(5) Tabiat ananın bana attığı tokatın sesi

Canhıraş bir feryatla " Hay bin kunduz" diye Gallus'a döndüm (küfür de etmiş olabilirim yalan demiyim)
"Hemen eve gitmeliyiz" (ingilizce)
"Islanmazsın korkma, az yağıyor" (daha iyi bir ingilizce)

10 ay üzerime bir şeyler yağan bir ülkeden gelsem belki ben de sallamazdım bu yağmuru ama öyle değil işte.
"Yok ondan değil, bahçeyi toplamadım, bütün minderler dışarıda" (telaşla çözülen akıcı ingilizce)

Henüz marinanın girişindeki 3. dükkanı bile gösteremeden, arabaya geri döndük. Yalıkavak-Dereköy arası yaklaşık 10km civarında. Hafif hafif başlayan yağmur daha yolu yarılamadan Muson tarzında takılmaya karar verdi. Buraların bir özelliği de buymuş; yağmur yağdı mı göz açtırmazmış.
Eve yaklaştığımızda "Bir yağmur bulutuna denk gelmişizdir canım" argümanımı çoktan seller almıştı.

"Gök gürültüsü iyidir, gök gürültüsü görkemlidir; ancak işi bitiren yıldırımdır..." der Mark Twain.

Hem de ne bitirmek!

Bütün bahçede kullanmış olduğum minimal beyazların, ıslanınca nasıl maximal bir stil yakaladıklarını, mumların kesinlikle water-proof olmadıklarını, cam şamdanların rüzgar testine tabi tutulmadan piyasaya sürüldüklerini, çam ağacından yapılma şezlongların su gördüklerinde içsel kırılmalar yaşadıklarını bir yağmurda öğrendim ben.








Bütün bir hafta süren, yıka-ütüle-temizle-tak eylemi ile sonunda dörtleme eylemlere geçtiğimi gururla söyleyebilirim.

Haa, bir de bu tip evlerin dekorasyonunun yaz ve kış aylarında farklı olması gerektiğini,
mevsimler arası geçişlerde size klima esnekliğinde ve bir düğme kıvraklığında mod değiştirmeyi öğrettiğinin altını çizmeliyim.

Ne demiş Cicero, "Tabiat dostluğu; erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir, hataların yardakçısı olsun diye değil."

Biz de yardakçı olmak için dip boya yaptırmadık ya bunca zaman, erdemin hasta takipçisiyiz...





18 Ekim 2014 Cumartesi

Bodrum'da Vahşi Yaşam!

Yıllardır, şehrin göbeğindeki evinde belgesel seyretmiş bir kadın duruyor karşınızda...

Favorilerim arasında her zaman Nat Geo, Nat Geo Wild, Animal Planet ve BBC Wildlife ipi göğüsler. Beyaz köpek balıkları, deniz filleri, büyük kediler, yırtıcılar, en zehirliler, kemirgenler, en büyükler, en küçükler, ne kadar hayvan varsa yalayıp yutmuşum yaşamlarını...

Ama ironi şu ki:
Ben hayatımda balık bile beslemedim bu güne kadar!

Bu eve taşınırken bütün herkes ağız birliği ile bana 1 kedi, 1 köpek ve 3 tavuk almamı önerdi.

Kedi: Böcek, fare, yılan ne varsa evde yok etmekten sorumlu
Köpek:  Bildiğiniz bekçilik işinde
Tavuklar: Bahçedeki her türlü böcek familyasını mideye indirme görevinde (Tabii bir de yumurta yaparak bonus kazandırıyor)

Ben nereden bulurum bu hayvanları diye debelenirken ilk hayatıma Garfield giriyor.

Garfield; Karşı komşunun 7 kedisinin en büyüğü ve en yaşlısı. Oradaki karmaşadan yorgun düşmüş olacak ki, taşındığım ilk günden itibaren, benim evde yaşama kararı aldı. Önceleri sahibine ayıp olmasın diye yemek vermemeye çalışsam da, Garfield Ghandi'den daha dirayetli pasif direnişi ile iki tarafa da durumu kabullendirdi.


 Mehmet Can'ın objektifinden biz

Benim gibi huylu biriyle yaşamak kolay değil bir kedi için; yatağa almam, ağzını öpmem, sıkıştırmam, kucağımda dolaştırmam...
Ama kabul etmeliyim ki Garfield gördüğüm en uyumlu ve akıllı kedilerden. Bütün kuralları, günde 2 kap yemek ve akşam 3-5 okşama karşılığında kabul etti ve ev arkadaşım oluverdi.


Bu akşamüstü mutfakta yemek yaparken, Garfield'ın boğuk boğuk miyavlama sesini duydum.
Bu kedi normalde miyavlamıyor. Yemek istediği zaman ya sürtünüyor ya da kibarca patisiyle koluma vuruyor.

"Noldu oğlum? Acıktın mı? Nedir? diye sesleniyorum mutfaktan

Sesime doğru hızlıca gelen pati seslerini takiben, arkamı dönüp bakıyorum ve basıyorum çığlığı:

"Allllaaaaaahhhhh"

Garfield ağzında hayatımda görmediğim büyüklükte bir sürüngenle, mutfak kapısının girişinden bana bakıyor. Bir adım geri atıp, paniğimi hissettirmeden, sesimi telkin moduna alıyorum:

"Tamam oğlum, hadi dışarı çık. Aferin sana" 

Bizimki sanki ben dışarı dememişim gibi, iyice içeri girip, mutfak masasının yanına ağzındakini bırakıp, kenarına da yatıp, avcılığının tadını çıkartıyor. Ağzındaki hayvan ölü mü değil mi anlamadığım için hafifçe yaklaşıp, sandalyenin üzerine çıkıyorum. Henüz tanımlayamadığım bu hayvan, evimde görmekten çok mutlu olacağım bir tür değil. 


Telefonuma ulaşıp hemen Hızlı Arama ile Memo'yu arıyorum.

Memo, hayvan sevgisi konusunda abartılı takılmıştır hep. Bildiğiniz kedi-köpeğe girmez mesela hayvan besleyecekse. Gider sincap, iguana, Engerek, Ankara Tavşanı, Hint Bülbülü, keklik, papağan ya da tırtıl falan besler... Niş hayvan konusunda en güvendiğim tek insan olduğundan, durumu ona açıyorum

"Memo evde birşey var. Sürüngengillerden ama yaklaşınca hırlıyor. Resmen yaratık olum bu. Napcam?"

"Çek fotosunu yolla hemen bakim"


Memoya fotoyu sandalye tepesinden yolladıktan sonra, arıyor hemen:

"Hahahhaahah Ahu çok salaksın ya... O bir Bukalemun. Hiç mi görmedin? Çok şeker olurlar ve hiç bir şey yapmazlar çünkü dişleri yoktur. En çok 25 cm uzarlar. Ben para verip alıyorum onları. Besle bence..."

"Memo tıslıyo bak bu. Eminiz değil mi Bukalemun olduğundan"

"Ahu korkmuş hayvan, tabi tıslayacak, tut elinle, koy bir ağacın üzerine"

Bana komodo ejderi tadında gelen bu hayvanı kesinlikle elime alacak değilim. O yüzden bahçeden hızlıca küreği alıp, mutfağa geri dönüyorum. Küreği yere yatırıp, hayvanı incitmemek için gazete rulosuyla da itekliyorum.

İşlem Tamam!


Hala boyuna posuna bakmadan bana tıslayan Bukalemunu yan bahçedeki nar ağacının üzerine yerleştiriyor ve ondan daha çok değişen rengimi normale döndürüyorum.

Koltuğa bir oturuşum var sonrasında görmeyin!
Sanırsın, 'Sürüngenlere Fısıldayan Adam'ım ve soyu tükenmiş olan bir sürüngeni bulup, büyük bir mücadele sonrasında, doğal habitatına salma başarısına ulaşmışım...

Ama hiç fena değilim kabul edin.




Eye of the Tiger

"Tabiat aşkı, insanın ümitlerini boşa çıkarmayan yegane aşktır." der Honore de Balzac

Ben de bunca zaman peşinden koştuğum aşkların meyvesini alamamış biri olarak, burnumu tabita çevirip, aşkın ilk tohumlarını buraya atmaya karar veriyorum.

Benim bahçe öyle az buz bir alan değil, neredeyse 1 dönüm toprak var önümde. Fakat benim bu konudaki bilgim, sadece 12TL'ye Migrostan alınmış Orkide beslemekle sınırlı olduğundan, nereden başlamak gerekir sorusuna cevabım henüz net değil.

İlk önce bu yaz formam haline gelen kıyafetlerimi giyiyorum: kot şort ve atlet. Ayakkabı olarak bu sefer tercihim parmak arası terlik yerine, yağmur botu! (Bahçe için özel olarak satılan botlar var tabii ki ama ben şehirden yeni inen biri olarak henüz onlara sahip değilim)




İlk hedef: Daha önce beton atılmış alana toprak atıp, orayı biraz daha doğanın içine katmak.


Toprağı nereden buldun diye soranlara;
Tabii ki bahçeyi çapalayıp elde etmediğimi, Can Hafriyat'tan 1 kamyon bahçe toprağı sipariş verdiğimi itiraf etmeliyim.

Saat 11.00.

1. Teknik:
Elimdeki küreği, toprak yığınına daldırıp, önce düzenli bir şekilde alanın başına kadar gidip atıyorum. 4. kürekten sonra bu işte bir hata olduğuna neredeyse eminim lakin bu şekilde gidersem bu iş 1 hafta sürer. 

2.Teknik:
Elimdeki küreği yine daldırıp, toprağı savurabildiğim en uzak noktaya kadar gelişi güzel atıyorum. Pisliği daha fazla olsa da bu teknik daha hızlı olmanızı sağlıyor.

Yarım saat sonra, hortumla ıslattığım kafam, beni terk etme kararı almış dermanım ve kürek tarafından çılgınca dövülmüş bedenimle, kendimi Clubber Lang (Rocky 3'te Sly'ı tepe taklak etmiş insan azmanı)  yenilgisine uğramış Rocky gibi hissediyorum.

Bana şu an tek gereken Apollo Greed'in olumlu sözleri ve arka fonda çalan bir 'Eye of The Tiger'...
(Benim gibi 80lerin çocuklarında Acı ortaya çıktığı andan itibaren fonda beliriveren ve gaza getirme konusunda üstüne tanımadığım 82'lerde Surviver grubu tarafından çıkartılan efsane parça)

Telefondan hemen sountrak'i indirip, kulaklığımı takıp, en detone halimle bağıra bağıra söylüyor şarkımı ve sallıyorum küreğimi yine...
Face to face, out in the heat
Hanging tough, staying hungry
They stack the odds still we take to the street
For the kill with the skill to survive

It's the eye of the tiger
It's the thrill of the fight
Rising up to the challenge of our rival
And the last known survivor
Stalks his prey in the night
And he's watching us all with the eye of the tiger


3 saat sonra işi tamamlamanın verdiği gururla, bir sigara yakıp, toprağı seyre dalıyorum.


Valla Sevgili Balzac, haklısın ümitlerimi boşa çıkartmıyor bu toprak ama ben zaten bu kadar performansı bir erkeğe yapsam sanki o da yeşerirdi be...



13 Ekim 2014 Pazartesi

Kimine Nöbet, Kimine Uyku!

Her sabah saat 7.30 - 8.00 gibi hayata başlıyorum.

Eee bunda ne var bu kadar afişe ediyorsun diyeceksiniz. Haklısınız. 

Ama İstanbul'da yaşadığım seneler boyunca çok ciddi boyutlara ulaşan uykusuzluk problemi yaşadım. Ataklar halinde gelen bu uykusuzluk halleri zaman zaman tepe noktasına ulaşıp, beni müzmin bir Fight Club (Döğüş Klübü- kült film) üyesine dönüştürdü. (Tyler Durden'la az takılmadık izbelerde)

"Uykusuzken hiç bir şey gerçek görünmüyor. Sanki her şey uzakta. Her şey suretin, suretinin sureti…" diye bir replik vardır bu filmde. İşte ben de gerçeklikten koptuğum bu dönemlerde, nefes hocası bile çağırdım eve. Tarkan, her gün düzenli bana uğrayıp, reiki verip, 1 saat boyunca nefes çalıştırıp, ben uykuya geçtiğimde de evi terk ederdi. İşte büyük şehir lüksü diye ben buna derim: Uyumak kadar normal bir şeyi bile harcama kalemi haline getirebiliyorsun!

Sanırım sürekli alarm halinde olan bilinçaltım , buraya taşındığım günden itibaren fişini çekti. Belki huzurdan, belki oksijenden, belki isteklerimin gerçekleşmesinden, bilmiyorum ama gece saat 23.00 oldu mu ben rüyalar aleminin en kral kadınlarından biri haline dönüşüyorum.

Bu sabah da uykumu almış, yanaklarıma al basmış şekilde kalktım. 
Bugün annemle alışveriş günümüz. İlk önceliğimiz, yukarı kata çıkabilecek genişlikte bir yatak almak...

Yalıkavak yolunda bir Yataş dükkanı olduğunu bildiğimizden direksiyonu o tarafa kırıyoruz. 
Bu dükkan oldukça geniş, 2 katlı, hem aksesuar hem de ev mobilyasında geniş seçenek sunan bir mağaza. Diğer Yataşlardan farklı olduğunu düşündüğümüzden bir ince muhabbet kuruyoruz bizimle ilgilenen servis elemanıyla.

"Bunlar Yataş ürünü mü?
"Hayır, bu mağazada Belçika'dan gelen tasarım mobilyalara da yer veriyoruz"

Yataklara ulaşamadan gözüme bir dolap kestiriyorum. 

Benim alışveriş şeklim genelde 'vurulma' şeklinde olur. Giyim de olsa mobilya da olsa bir şeye vurulur, esas hedefimi kaybeder ve takıntı haline getirmeyi de saniyeler içinde başarabilirim.
-Target Selected modeli-

"Anne boşver yatağı, gelen, giden olmasa da olur. Ben bu dolabı alıcam. Yatak sonra da alınır"
"Ahu, saçmalıyorsun. Yatak ilk önceliğin. Ama bu da çok güzelmiş gerçekten. "

Annemle alışveriş konusunda oldukça benzer taraflarımız vardır. Genelde aynı şeylere yükseldiğimiz için, empati yoluyla para harcama konusunda oldukça gelişmiş olduğumuzu düşünüyorum.

“Başkalarının hissettiklerini anlama becerisi” nin gereği, akıl ve kalbin birleştirilerek uygulamaya konmasıdır ki, bunun bir adı da 'makul vicdan'dır" der OSHO

Dolap, teşhir ürünü olduğundan ve sezon sonuna denk geldiğinden %50 indirimde. Biz de bu fırsatı Makul Vicdan'ımızla yoğurarak, hem 1.25'lik yatağı hem de dolabı alıp, çıkıyoruz dükkandan.
Yataş,  bizim marinada bir kahve molası vermemize izin vererek, hızlı bir şekilde yolluyor aldıklarımızı aynı gün. 


Dolap o kadar güzel ki, salon büfesi gibi kullanmaya karar verdim


Yine bir cibinlik operasyonu sonrası, yatak hazır!

Herşeyin rast gittiği bir gün sonrasında bir kadeh şarap içip, uyumak gibisi yoktur.


Ne demiş William Shakespeare "Kimine nöbet, kimine uyku nasip" 
Ben bu gece nöbetimi savıp, uykuya geçiyorum.

Hepinize güzel bir uyku dileyerek...


12 Ekim 2014 Pazar

İyi ki varsınız!

"Güzel hayat isteyen, Güzel insanlar biriktirsin" demiş Cemal Süreyya tecrübelerine dayanarak.
Sanırım benim de en büyük başarım bu: Çok güzel insanlar tanımış, çok güzel insanlar biriktirmişim...

Dolunay Sitesi'ndeki komşularımız da bu birikimin can parçalarından.  Yıllardır kapı komşuluğundan öteye taşıdığımız bir dostuk var aramızda. Sevmek için çok sık beraber olmanın gerekmediğinin, önemli olanın ruh ve kalp birlikteliği olduğunun neşeli bir kanıtıyız.

Yaz boyunca mutlaka en az 1-2 gün beraber yemeğe gider ve sezon sonunu da bir parti vererek kutlarız biz. Örneğin geçen yıl Hawai kostümleri yapıp, çılgınca, yiyip, içip eğlenmiştik. Bu senenin konsepti 'Köy Evi' olsun istiyor ve herkesi davet edip, yarım yumalak bitmiş evimin açılışını onlar gitmeden yapma hevesimi ortaya koyuyorum.






Liste hazır:
Arzu-Erdal
Melissa-Arda
Agavni
Nihan-Esra
Ahu-Memo (Buradaki Ahu kardeşimin kız arkadaşı olan adaşım)
Anne

Hepsinden bol sıfırlı bir "OK" geliyor...

Annem gidişattan biraz tedirgin.
"Ahu insanları çağırdın ama ocağın bile yok! Ne ikram edeceksin çok merak ediyorum"

Annem, davetler konusunda oldukça titiz bir yaklaşıma sahiptir. Onun için birilerini davet edeceksen, yemeklerin, sofran ve modun aynı renk olmalı. Her şey en ince detayına kadar düşünülüp, 1 hafta önceden başladığın plana uyacak şekilde yürümeli.

Bense onu çıldırtacak kadar vurdumduymaz ve spontane bir yaklaşıma sahibim, bu konuda. Genelde son gün ya da 1 gün evvelinden karar verir, haleti ruhiyemi koklar, elimdeki malzemeyi gözden geçirir ve oku atarım.

Aramızdaki potansiyel farklılıkları bizim kadar bilen komşularımız, olaya el koyup:

"Ne var canım, hepimiz birer meze yapar, içki de alır geliriz" hemfikirleriyle çözüm sürecini başarıya ulaştırmış oluyorlar.

Küçük bir alışveriş turu ve ev derlemesinden sonra, ben meşhur peynir tabağıma ve sofra hazırlama işine girişiyorum.


Memo, bahçedeki dut ağacından yapraklar toplayıp, tabağın süsüne katkıda bulunduktan sonra, bahçe aydınlatmalarını organize edip, satsumalı cin toniğini yudumlayarak beklemeye koyuluyor.

Saat 20.00...
Evin önünde neşeli bir kalabalık arabalarını park edip, ellerindeki yemek ve içkileri mutfağa taşıyor.
Öpüşmeler, küçük şakalaşmalar, evi turlama ve hediye faslı...

"Dostların ziyaretine eli boş gelmek, değirmene buğdaysız gitmektir." demiş Mevlana

Valla sevgili Rumi benim dostlarım, buğdayı bir de öğütüp gelmişler o kadar diyim sana!

Arzu-Erdal: Yunan adaları seyehatlarinde beni hatırlatan, renkli şamdanımı almışlar

Nihan-Esra : Şarap sevgimi bildikleri için bu nefis şaraplığı (içindeki şaraplarla),
Arda-Melissa-Agavni ise hayatımda gördüğüm en güzel kilimlerden birini almışlar...

Muhteşem mezeler, leziz bir sohbet, gözlerini gülmekten buğulatan espriler, çakır keyif bir eğlence derken biz saati sabah 4.00 ettik. 
Annem mi?
Tedirgin girdiği kapıdan, şen şakrak ve mutlu ayrılanlardan...





"Öyle insanlarla birlikte olacaksın ki; Onlar için “iyi mi ?” diye sormadan “iyi ki” var diyebilesin. - Ece Ayhan - (Türk Şair-Etikçi)

"İyi ki varsınız be dostlar"....